New Immissions/Updates:
boundless - educate - edutalab - empatico - es-ebooks - es16 - fr16 - fsfiles - hesperian - solidaria - wikipediaforschools
- wikipediaforschoolses - wikipediaforschoolsfr - wikipediaforschoolspt - worldmap -

See also: Liber Liber - Libro Parlato - Liber Musica  - Manuzio -  Liber Liber ISO Files - Alphabetical Order - Multivolume ZIP Complete Archive - PDF Files - OGG Music Files -

PROJECT GUTENBERG HTML: Volume I - Volume II - Volume III - Volume IV - Volume V - Volume VI - Volume VII - Volume VIII - Volume IX

Ascolta ""Volevo solo fare un audiolibro"" su Spreaker.
CLASSICISTRANIERI HOME PAGE - YOUTUBE CHANNEL
Privacy Policy Cookie Policy Terms and Conditions
Kullanıcı:Advertiser53 - Vikipedi

Kullanıcı:Advertiser53

Vikipedi, özgür ansiklopedi

Tuna yıldırım kimdir?

21 Kasım 1985 tarihinde Rize’nin Kalkandere’ye bağlı 2500 nüfuslu çayırlı köyünde akşama doğru hayata gözlerini açmıştır. Doğduğu tarih kesin olmamakla birlikte üzüm ayının 15’i ile 22 arasında dünyaya geldiği rivayet edilmektedir. Küçüklüğünde garip huyları olan bu sıra dışı yaratık ileriki yaşlarında da bunları bir nebze sürdürecektir. Küçük yaşlarında çaydanlığa olan düşkünlüğüyle tanınır. Çaydanlığı karşısına alıp saatlerce ona bakar başka âlemlere giderdi sanki. Çaydanlığın onda nasıl bir haz uyandırdığı hala tartışma konusudur. Fakat su bir gerçek ki bu sıra dışı takıntılar onun hayatında bazı sorunları da beraberinde getirecektir. Küçükken kemeri sallarken gözüne batırmış son anda büyük bir tehlikenin eşiğinden dönülmüştü. Ama ileride hayatında ölünle bütün buruna geldiği daha vahim sahnelerde vuku bulacaktır. Merakın da hayatında büyük bir önem taşıdığı sıra dışı insan deneme yanılma yöntemini kullanarak bazı insanlar üzerinde küçük tahribatlar da yapmıştır. Özellikle 5 yaşlarında iken iğnenin insanlar üzerinde acıtıcı bir etkiye sahip olduğu tezini doğrulamak için camideki arkadaşının baldırına iğne batırmaktan da çekinmemiştir. Belki de yaramazlıklarına kılıf uydurmak için de yapmış olabilir bunları ama şu bir gerçek ki abisinin nüfuzu olmasaydı cami de de barınması mümkün olmazdı. Bu nüfuzla daha birçok insanlar üzerinde sinir bozucu hareketler de yapmıştır. Bir keresinde arkadaşının dişini kırmış canını çok acıtmışı. Ama heyhat abisi gene bir himaye mekanizmasını çalıştırmıştı. Bu anlamda sanki koruyucu bir gömlek vardı üstünde ve bunu hiç çıkarmak istemiyordu. İnsanlarla gene alay etmek küçüklüğünün değişmez hobilerindendi aslında bunu şuanda kısmen yine yapıyor ama eskisi çok daha yıkıcı bir etkiye sahipti. Hayatının büyük bir bölümünü izmirde geçirecek olan bu sevimli bir kadarda sinir bozucu yaratık dünya da beklide kimsenin düşünmediği sorular üzerinde ciddi kafa yormuş ama sonuç alamamıştı. 1991–1992 yıllarında İzmir’de ilk defa okulla tanışmıştır. Ama bunu 1 yıl öncesinde okula olan sevgisi ona soluğu birleştirilmiş sınıflı eski bir köy okulunda aldırmıştır. Bir gün annesiyle beraber okulun yolunu tutmuşlar annesi belli periyotlarda okula odun yardımında bulunurken 1. sınıfa giden bir kaç kendini bilmezin tezyif edici hakaretlerine maruz kalmıştı. Yazısı hakkında yapılan bu alçakça yorumlar onu çileden çıkaracak ve çocuğun burnuna ciddi bir yumruk yemesine sebep olacaktı. Hakaret eden bu çocuk aldığı yumruk darbesinin etkisiyle burnundan kan boşalacaktır. Bizimki istifini bozmamakla birlikte iyi bir karizma yaptığını da düşünmektedir. Olayın ardından annesi olay yerine gelerek polis misali küçük bir soruşturma açmıştı ama sonuç vermeyeceğini düşünerek çocuğun burnunu yıkaması ve kanları temizlemesi de olayın büyümesini engellemişti. Fakat yaşadığı bu ilk deneyim onu biraz soğutmuştu açıkçası okuldan. Ama bizimki pes etmemiş dirayetini aynı kararlılıkla tekrar sürdürmüştü. 6 yaşına kadar gerçek isminden haberi olmayan bir insan yoktur herhalde ama başta da belirttiğim gibi bu normal bir insan değil. Söz konusu eğer bu sıra dışı mahlûksa bildiğiniz tüm kuralları unutun çünkü çıkarım yapmak için bunlara ihtiyacınız olmayacak. Evet, ne diyorduk 6 yasına kadar gerçek ismini bilmeyen başka bir insan yoktur demiştik. Bu garabetin oluşmasına tek sebep bizimki değil elbette. Çünkü babası ismini babaannesinin tepkisinden çekinerek tuna olarak değiştirmiş ve bundan da kimseyi haberdar etmemişti. E doğal olarak bizimki 6 yıl sadece Hüseyin ismiyle anılmış ve ismini bu şekilde öğrenmişti. Okulun ilk günü onun için biraz sıradandı. Çünkü bu havayı daha öncede teneffüs etmişti kötü bir deneyimle de olsa. Hoca yoklama yaparken listede bizimkinin ismi yoktu. Bunun üzerine öğretmen onun için aslında çok zor bir soru sormuştu. “senin adın ne bakim” bizimki tereddüt etmeden Hüseyin cevabını yapıştırdı. Ama öğretmen “yavrum senin kaydın yapılmamış burada tuna isminde biri var ama oda galiba gelmedi. Sen git simdi kaydol ondan sonra gel” bizimki şaşkınlık içinde olan bitene anlam vermeye çalışırken bir de sınıftan atılmasın mı ama neyse tek başına değildi. Bir arkadaşı da onunla aynı kaderi paylaşıyordu. Biraz düşünceli bir o kadarda sinirli bir şekilde bizimki evinin yolunu tuttu. Eve geldiğinde üzerinde dehşetengiz aşağılanmanın her bir karesi yüzünden okunuyordu sanki. Bu Duyguları dışa vururcasına annesine hesap namına ilk soruyu sormuştu.


ana beni okula yazdurmadunuz sora da bağa diyisunuz çi cit okula. Niye yazdurmadunuz beni. Öğretmen siniftan kovdi” bu soru aslında yolun basından beri kafasını kurcalamıştı. Öğrenmek için can atıyordu. Acaba annesi nasıl bir gerekçe bulacaktı çok merak ediyordu. Annesi ise bir yandan mavi teknenin içerisindeki çamaşırlarla uğraşırken bir yandan da bizimkinin sorusunu güler güzle cevaplamıştı. “oğlun sen, adum tunadu demedun mi?” bizimkini bu cevabı beklemiyordu bu yüzden kısmı bir şok yaşadı da denilebilir. Çünkü 6 yıldan beridir sorunsuzca kullandığı isminin resmi kayıtlara göre bir geçerliliği yoktu. E doğal olarak da şaşkınlık içindeydi. Fakat artık cevap verme zamanı gelmişti.” Neeeee tuna mi? Biraz yadırgamıştı açıkçası bu ismi. Çünkü onun için biraz orijinaldi daha önce hiç duymamıştı. İlk önce bu ismin kız ismi olduğunu düşündü. Bu yüzden gerçek ismini öğrendikten sonra yine Hüseyin ismini kullanacaktı ama yine gerçek ismini öğrenenlerin sayısı da atmıyor değildi. Artık bu isme alışmak zorundaydı ve öylede yaptı. Ama televizyonlarda gördüğü kadın aktrislerin isimlerinin tuna olduğunu her gördüğünde ismine biraz daha nefretle bakıyordu sanki. Birde okula giderken üzerindeki pardösünün kırmızı olması ve insanların onunla alay etmesi bu üzüntüyü daha bir perçinliyordu. Neyse katlanmak zorunda olduğu en fazla 1 yâda iki yıldı. İzmir’e temelli göçten sonra bunları artık hatırlamak bile istemiyordu. 1991–1992 yılı okula resmi olarak kayıt yaptırdığı yıldır demiştik. İzmir Fevzi Özakat ilköğretim okulunda ilk defa gerçek anlamda bir okulla tanıştı. Buradaki okulun ilk günü eskiye hiç de benzemiyordu. Buraya ait değildi sanki. Okulu çok seven bir insan artık ona tiksintiyle bakar oldu. Birde sınıf arkadaşlarının iğrençliği de buna eklersek okul artık onda bir hapishane hayatını andırıyordu sanki. Artık çile olarak nitelediği o eski günlere gitmek için neler vermezdi ki. Ama böyle bir şans ona çok uzaktı. Okula tam olarak adapte olamadığı için dersleri de çok başarılı sayılmazdı. Sınıftaki insanların alaycı hicivlerine de zaman zaman muhatap oluyordu. Ama burada da samimi arkadaşları yok değildi. Bunlardan en önemlilerinden biri de zihni idi. Zihni saf bir çocuktu. İnsanların sözlerine çok kolay kanan bir zati muhteremdir. Onunla çok güzel bir yıllar geçirdi. Bunun yanında zihniye tam zıt biri de vardı ki o da umuttu. Bana attığı iftira hala hatırımdadır. Zihninin defterini karalamış ve benim üzerime atmıştı suçu. Bizimki her ne kadar kendini savunsa da zihni umut'un dediğine inandı. Ama Umut'lada iyi bir arkadaşlık kurulmuştu. Bununla birlikte hala hatırımda olan çağım diye biri de vardır ki hayatınızda böyle sinir bozucu birini görmeniz mümkün değil. Bu konuda çağım tam bit otoritedir. Beklide yaptığı en iyi şey insanların sinirini bozmaktı. Ama bunu çok da iyi beceriyordu. O zamanlar beyninde üç hücre çalıştığı için insanlara taktığı lakaplar da yaratıcılıktan çok uzaktı. Bizimkine taktığı lakap da “tuğla” idi. Tuna ile bir bağ kurarak tuğla kelimesini bulmuştu ama onu da suçlamamak gerekir. Çünkü kelime haznesinde zaten 30 sözcük vardı. Dolaysıyla da “t” ile başlayan tek sözcük “tuğla” olduğundan ona başka seçenek bırakmıyordu. Bu gerzekçe benzetmeye bir yıldan fazla katlanmak zorunda olan bizimki okul sona erdiğinde en çok da bu “insan hayvanından” kurtulduğuna sevinmişti. Bu konuda bizimki ona öyle bir kin beslemişti ki hayatında sevmediği insanların listesine 2. sıradan girmişti. Neyse ki okul bitmiş bu okulda iki yıl tükenmişti. Yaz tatili için Rize'nin yolu tutulmuştu. Bizimki yeninden doğmuştu sanki. İzmir onu hiç sarmamıştı. Sosyalleşme olgunu hala tamamlayamamış olan bizimki kendini batı kültürüne hiç de ait hissetmiyordu. Onun gerçek yeri rizeydi çayırlı köküydü. Ve artık ait olduğu kültürün topraklarında nefes alıyordu. Burada aldığı hazzın yüzde birini izmirde alması mümkün değildi. Bu yüzden buradan hiç de ayrılmak istemiyordu. Ta ki bir gün akşamüstü annesiyle eve döndüğünde gördüğü dehşetengiz manzarayla karşılaşıncaya kadar. Bir kıyamet fragmanıydı sanki o kareler. Her kesin yüzünde bir büyük bir canavarla karşılasan insanın korkusu ve çaresizliği vardı sanki. Her saniyede artan bu korku bizimkine de anında sirayet etmiş ve bir sok yaşamıştı kısa bir sürede olsa. Evdekilerin kendilerini parçalayarak ağlamalarına bir anlam veremiyordu. Ve ilk soruyu annesi sordu. Bu soruya karşı aldığı cevabın ondaki ifadesini şu an için hatırlamak çok zor. Çünkü kendi haline düşmüştü bizimki. Olayı bir de başkalarından duymak istedi. Ve herkesin anlattığı ne yazık ki doğruydu. Olay şöyle gerçekleşti. Bizimkinin babası yayla dönüşünde otomobilin kontrolünü kaybetti. Ve araç iki buçuk metre derinliğinden fazla bir dereye uçtu. Araç dereye düştüğü anda ön cam kırıldı. Bizimkinin babası ve yanındaki canını kurtardı ama arkadakilerin böyle bir şansı yoktu. Bizimkinin babası en yakın arkadaşının araçta olduğunu düşünerek kurtulduktan sonra dereye tekrar atlayıp onları kurtarmak istediyse de insanlar dereye tekrar girmemeleri konusunda onu ikna etmeye hatta engellemeye başladılar. Fakat bizimkinin babası bir yolunu bulup dereye tekrar atladı. derede çok güçlü bir akıntı vardı. Ve bu akıntıda insanın kurtulması bir mucizeydi. Çünkü karşı koyacağınız güç sizin gücünüzü kat kat üstündeydi. Bu yüzden en iyi arkadaşının ölümünü engelleyemedi. Ama bir mucize olarak kendisi kurtuldu. Fakat her tarafı şişik ve morluk içinde hastaneye kaldırılmıştı. Ve bilânço: iki ölü iki yaralı. Ne hazin bir son. Bizimki elbette bunu duymak için gelmemişti buraya. Oysa neler tasarlamıştı kafasında buraya gelirken. Ait olduğu yerde yeni bir dünya kuracaktı. En sevdiği oyunları burada oynayacaktı. Yeşilin koynundan el sallayacaktı uzaklara. Ama bunların hiç biri gerçeği değiştirmedi. Babası bir aya yakın bir süreçten sonra hastaneden çıktı. Yüzünde vicdan azabının korkunç kareleri okunuyordu. Eve geldiğinde ise iki kişi koltuğunun altına geçmiş onu divana yatırırken en yakın arkadaşının ölümünden kendisini sorumlu tutarak hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Vicdan azabının üzerine bindirdiği bu yük ve ruhunda açtığı derin yara uzun süre silinmeyeceğe benziyordu. Neyse ki artık iyileşti ve yerinden kalkabilir duruma geldi. Fakat bir de yargıya vermesi gereken hesap vardı. İyileştikten sonra mahkeme kararıyla 15 ay hapis cezasına çarptırıldı. E tabi bizimkinin de İzmir gitmesi hayal oldu. Ama neyse bu biraz iyi bir haberdi. O sene 3. sınıfı çayırlı köyü ilköğretim okulunda okudu. Fakat o sene izmirdekinden de beterdi. Artık hiçbir şey düzelmiyor her şey daha kötü oluyordu sanki. Bizimkinin artık en nefret ettiği şeylerin bağında okul geliyordu. İnsanların hakaretleri, aşağılamaları artık canına tak etmişti. Yer yer kavgalarında olması artık bizimkini canından bezdirmişti. Oysa abisini ne kadar da arıyordu. Bu küçük yaşta (9) üzerindeki yük artık taşınamaz hale gelmişti. Ama her şeye rağmen hayattan zevk almak gerekliydi. Bunu da biraz yapmadı değil. Sonuç olarak berbat bir seneden sonra 4. sınıfa gelinmişti. 4. sınıfın ilk başlarında öğretmen değişmiş yerine başka bir hoca gelmişti. Bu arada bizimkini çok sevindiren bir şey daha olmuştu. Bizimkinin abisi İzmirken kitap ve oyuncak getirmişti. Forsa, falaka, âli baba ve kırk haramiler hiç unutmadığı kitaplardandır. Aradan bir buçuk Aylık bir süreden sonra tekrar İzmir yolunu tuttu kardeşsileri ve annesiyle. Babasının hapisten çıkmasına az bir zaman kalmıştı ama bazen onu görmeye de gidiyorlardı. İzmir’de okulun ilk günü aynı hiç unutmadığı günlerdendi. Sınıftakiler bizimkiyle tanışmak için ardı ardına soru sorarken bizimki sanki ilk defa insan görüyormuş gibi insanların girişkenliğine bir anlam veremedi. Bu değiştirdiği 3. okuldu. Ve her okulda bir uyum sorunu demekti. Neyse buna alışması da çok zaman almadı. Burada gerçek dostluğun ilk tohumlarını atıyordu. En yakın arkadaşlarından biri olan burakla da burada tanışmıştı. Bizimki okula bir buçuk ay sonra yazıldığı için konularda bir hayli gerideydi ve açığı kapatması zordu. Buna bir de sınavları eklerseniz bizimkinin işinin ne kadar zor olduğunu tahmin etmek çok da zor olmasa gerek. Hayatında gerçek sınavla ilk olarak orada tanışan bizimki sınavların nasıl bir konsepte sahip olduğunu bilmediğinden sınav esnasında defterden yardım aldı. Ama yanındaki ispiyoncunun da farkında değildi henüz. Bir haberci gibi çalışan arkadaşı bizimkinin yaptığının öğretmene bildirmesi çok sürmedi. Öğretmen bizimkinin kulaklarını çekerek kâğıdını aldı ve ona yaptığının yanlış olduğunu biraz ironik birazda hakaret içeriğiyle kombine bir şekilde sundu ona. Neyse ki bizimkinin psikolojiye ne kadar ihtiyaç duyduğu zaman bu zamanlara rastlar. Okulda geçirdiği her gün her saat beklide bu materyalist, indirgemeci, eğitime lanetle geçti. Bizimki olan bitene gerçekten anlam veremiyordu. Çünkü hayatında böyle bir sınav ilk oluyordu. Ve bunu nasıl yapıldığı hakkında bir fikir yürütemedi ama bu mu olmalıydı karşılığı. Öğretmenler artık zihninde yarattığı bir numaralı düşmandı. Her okul değişimi bir uyum sorunu dedik. Her uyum sorunu da yeni sorunlara gebeydi. Çünkü bu sorunlar mitoz bölünme misali gün geçtikçe çoğalıyordu. Çoğalan her sorun da bizimkinin öz güvenine bir darbe daha vuruyordu sanki. Ama artık öz güvende kalmamıştı ki tüketecek. Problemlerin girdabında labirentte dolaşan bir fare misali çıkış yoluna nasıl gidileceği konusunda en ufak bir malumattan yoksundu. Ve bunlar hayatında karamsarlığı daha da körükleyen çıkılmaz bir sonu hazırlıyordu onun için. Derslerindeki başarısızlığı da buna eklerseniz bizinkinin haleti ruhiyesini biraz olsun çıkarabilirsiniz belki tablodan. Artık tanrıdan bir çip diliyordu bizimki. Çünkü kendinde olan beynin hiçbir işe yaramadığını düşünüyordu. Okula gidiş gelişlerde de hep bu çipin zihnine takıldığını hayal ederek kısa bir sürede olsa kendini avuturdu. Aslında bu bir insanın bittiği bir an değimlidir. Çünkü en değerli uzvumuz olan insanı insan yapan rasyonalite, duygu, kişilik, mizaç ve daha birçok hayati değişkeni bünyesinde barındıran “beyine”en büyük hakaret değil miydi. Ama neydi onu bu noktaya getiren. Sebepsiz olmamıştı herhalde bunların hepsi. Bir sebep vardı elbette. Yoksa bizimki mi suçluydu sadece. Gelecek güzel günleri hayal etmekten başka neydi ki suçu benim bilmediğim. O deminde söylediğim gibi bu eğitim sistemime ve onun yetiştirdiği gelişmemiş beyinlereydi laneti. O beyinler ki aldığı ideolojik eğitimin etkisiyle birer asalak olmaya doğru da hızla ilerliyordu . Bunu o zaman göremiyordu bekli ama şimdi açıkça seçilebiliyordu. İyi de simdi diyeceksiniz ki “kardeşim hiç iyi bir şey olmamış mı bunun hayatında” tabi ki oldu. Her çocuğun hayatında mutlaka hiç unutulmaz çok güzel anılar vardır. Mesela küçüklüğünde sokaklarda oynadığı oyunlar hiç unutmayacağı hatıralar arasındadır. Hemen her gün oynamayı ihmal etmezdi. Çünkü bu ona nefes aldırıyordu hayatını devam ettirmek için. Onun için yaşamsal bir ihtiyaç olmuştu sokakta oynamak. Bu arada babası da hapisten çıkmıştı. Her şey sanki rayına oturuyordu. Okula sevmediği halde alışsa da evdeki durum çok iyiydi. Zaten onu okulda çok fazla ilgilendirmiyordu. Bu yüzden karnesinde başarısızlığın 3 tane meyvesi vardı. “Sınıf 4” bu sınıfta 3 zayıf biraz çoktu açıkçası. Zaten sınıfta da en fazla 3 zayıfı olan oydu. Neyse ki bu artık alışılmış bir durumdu. Bu yüzden onun için üzerinde çok da kafa yorulması gerekmiyordu. Fakat 15 ay hapisteki bir baba için çocuğunun karnesindeki pekiyilere bakıp sevinmesi bir baba için ne kadar güzel bir duyguysa hepsi pekiyi olan bir karneyi babaya sunmak da bir çocuk için o kadar güzel bir duygudur. Ama ne yazık ki ben bunu yapamadım. Ona 3 zayıflı bir karne sundum isteksizce. Çünkü kapasitemin bu kadar olduğuna inandım. Bundan daha iyisini yapamıyordum. Elimden gelmiyordu. Neyse ki tatil gelmişti. 15 gün doya doya eğlenebileceğim bir tatil vardı önümde. Artık bunu düşünmek istiyordum. İlk 3 gün her şey çok güzeldi. Ama 3. gün bir kaza oldu. Salıncaktan düşerek kolunu kırdım. Sadece yere düşüşümü hatırlıyorum. Yerden kalktığımda kaldırımın bir kenarına oturup babama vereceğim hesabı düşünüyordum. Bu yüzden eve hiç gitmek istemiyordum. Oysa kolumdaki korkunç ağrıyı ve yere süzülen taze kanları hiç mi umursamıyordum bile. Arkadaşlarımın bir dilenciye acınası bakışlarını hissediyordum üzerimde. Bana kolumun yıkamam gerektiği telkininde bulunuyorlardı. Ama benim aklım başka yerdeydi. Orada 20 dakikaya yakın bir oturduktan sonra artık eve gitmem gerektiğine karar verip evin yolunu tuttum. Annem Selma ablalardaydı galiba tam hatırlamıyorum. Ama ben Selma ablaların oraya gittim. Babamın aranmasını istemiyordum. Ama bu isteğim gerçeklesmedi tabi. Yarım saat sonra beni alıp önce bir çıkıkçıya götürdüler. Bu kadar aptalca bir kararı kim verdi hala merak ederim. Oraya gittiğimde gördüğüm manzaradan acımı unuttum ve orada kolu kırılan insana bakıyordum. Benim de bu acıları yaşayacağımı anlayıp sabır telini gönül sazımdan kopararak Kaderime isyan diyordum. Neden ben?

Neyse ki buranın çok iyi bir seçim olmadığını anladılar ve beni devlet hastanesine götürdüler. Hemen acile alındım. Acildeki doktorlar koluma önce bir röntgen çektiler. Ve kolun iki yerden kırıldığını tespit etiler. Yani kol param parçaydı. İki kemik de kırılmıştı. Neyseki bunlara 10 yasındaki bünye hazırlıklıydı. Doktorlar kırılan kemikleri birleştirmek için kolumu çekiştirler. O acıyı hala unutamam. Öyle bir haykırmak istiyordum ki o anda ama buna hakkım olmadığını da biliyordum. Hem kolumu kırdım hem de bu acıya haykırmak olmaz. Hafif “ah” sesleriyle de buna göğüs gerdim. Ve kolum alçıya alındı. Üs kata çıkardılar beni ve 9 iğne yedim. Yanına birde serum. Ha bu arada acile girmeden hasan ağabeyin ısmarladığı sucuklu tost ve vişne suyunu da hiç unutmam. Neyse ben üst katta yatarken bacağı olmayan yüzüne bakmaya kıyılmayacak bir kız gördüm. O anda benden çok daha kötü durumdakilerin olduğunu fark ettim. Halime şükredecek kadar aklım ermiyordu o zaman. Neyse ki o gece hastaneden çıktım. Eve giderken salıncaktan düşmeme sebep olan kardeşime ufak da bir kim beslemedim değil. İlk önce Selma ablalara gittik. Ağabeyimde aksam oraya geldi. Benim moralimi yükseltecek bir söze muhtaçken bana “oh iyi oldu” demesin mi? Eğer utanmasaydım orada ağlardım. Hem de hıçkıra. Ama orası ne yeriydi ne de zamanı. Böyle şeyi neden söylemiş olabilir bir türlü anlam veremedim. Ama o anda ruhumda açtığı derin yaralar uzun süre silinmedi. Eve geldik nihayet. Basımı yastığa koyduğum anda bunun gerçek olmağını sandım. Bu gerçek değildi. Ben rüyadayım herhalde birazdan uyanacağım. Bu gibi telkinlerle kendimi avutmaya çalışırken sabah oldu. Uyandığımda herşey aynıydı. Değişen hiçbir şey yoktu. Ve gerçekle artık yüzleşmenin vakti gelmişti. Oysa baştan beri olanların bir rüyadan ibaret olduğuna kendimi inandırmıştım. Ama simdi bir de bununla yaşamak vardı. Beklide alışmama gereken en zor şeydi. Bu alçıyla bir insan nasıl yaşar. Ama başka çare yoktu. Artık hep evdeydim. Beni ziyaret edenleri gördükçe acımı unutuyordum sanki. Ama bir de imza atma geleneği olmasa! Kırılan kolun üzerine yapılan alçıya imza atmak dışarıdan çok eğlenceli olsa da kolu kırılan kişi için en azından benim için hiç de eğlenceli değildi. Çünkü ben bunu unutmak isterken alçıda bunu hatırlatan imzalar görmek moralimi biraz daha bozuyordu ama bunu belli etmek de istemiyordum. Atılan her imzayı yapmacık bir gülümsemeyle karşılıyordum. Neyse ki okul da başladı. Ve bu şekilde okula gitmek durumundaydım. Çok utanıyordum insanların karsına bu şekilde çıkmaktan. Ama yapacak bir şey de yoktu. Sol elle yazan biri için sol elin kırılması da büyük şanssızlıktı. Sağ elimle ne kadar yazmaya çalışsam da bunu pek başardığım söylemez. Alçının iki ya da üç ay kalması gerektiğini söylemesine rağmen babam 15, 20 gün önceden ince demir testereyle alçıyı kesmişti. Bu benim işime gelmişti tabi. Çok sevinçli bir şekilde amcamın evine çıkarken merdivenden düştüm kolumun üzerine. Ama neyse ki çok ciddi bir şey olmadı. O sene çok da verimli geçti sayılmaz benim için. Karneler gününde annemi okula çağırmam gerektiği söylendi. Annemde bu davete icabet edip geldi ve öğretmenler karneleri dağıttı okulun son günü. Herkes aldığı takdir teşekkürün sevincini annesiyle paylaşıyordu. Oysa ben Gine bir şey alamamıştım. Aslında buna üzülmedim. Hatta sınıfta kalsaydım da üzülmezdim ama anneme orada sadece başarısız bir karne vermek bana koyuyordu işte. Annemin o anda ne düşündüğünü çok merak ediyorum. Çünkü hiç konuşmadı benimle. Ama ben bu durumlara biraz alışıktım. Alışkanlık olmuştu bende “velisini tepkisiz bırakacak bir karne götürmek”. Bu yüzden olağan karşıladım bu durumu. Neyse ki yine bir yaz tatili başlıyordu. Önümde 3 koca ay vardı tatil için. Ama her tatilin sonunda da bir koca yıl vardı. 5.sınıf. İlkokuldaki en mutlu yılımdı diyebilirim. Kendi sınıf öğretmenimden 400 bin liraya özel dersler alıyordum. 5. sınıfta öğretmenimiz benim gibi bir kaç arkadasın sınıf seviyesine uygun olmadığına kanaat getirerek sınavlarda da bize çok kolay sorular soruyordu. O kadar kolay ki ilkokul ikinci sınıf öğrencileri bile bu soruları yanıtlayabilirdi. Oysa biz 5. sınıftaydık. Ama yapacak tek şey bu kolay sınavlardan aldığımız yüksek nota sevinmek. Beklide en mantıklısı buydu. Ama sınıfta “moron grubu” olarak algılandığımızdan da pek haberimiz yok gibiydi. Aslında vardı ama buna pek aldırış etmiyorduk. Bu sınav sonuçları bizim için hayalin gerçeğe dönüştüğü andı ve bunun tadını çıkarmak gerekiyordu. Bizde öyle yaptık. Öğretmenimiz beklide aldığı paranın hakkını böyle veriyordu. Ama benim için iyi zamanlardı onlar. Sadece onları özlüyorum. Geçmişe birçok kişi özlem duyar tabi ama benim için çok da geçerli değil bu. Belli anları özlüyorum sadece xgerisi yok. Bu zamanda en samimi arkadaşım olan Burak'la aramızda çok iyi bir iletişim vardı. Her ne kadar benimle aynı grup (moron) da olmasa da onunla birçok şey paylaştık. Maçlarda oyundan atılan hep ikimiz olurduk. Kubilay’ın su ünlü repliği hala hatırımdadır.”Burak tuna çıkın” bunu duyduğumuzda itiraz etmiyorduk artık. Ama atılma sebebimizi de tam olarak öğrenemezdik. Yani bize düzen hep figüranlıktı istenildiğinde oyundan atılabilen. Kendimizi fındık fıstık sayıyorduk ayrık. Oysa besinci sınıfa giden 10 yasında kendi sınıfında bir fındık fıstık olur mu? Oluyor işte! Geçmişte yasadığım bu eşitsizlikler, adaletsizlikler güçlünün zayıfı ezmesi içimde solcu, eşitlikçi tohumların yeşermesini sağladı. İnsanın ne olursa olsun birbirinden üstün olamayacağını kalbime yazdım . Ama bunlarında oluşması için bir 10 yıla daha ihtiyacım vardı. Artık her şey yavas yavaş rayına oturmaya başladı. Okul bir moron grubunda olsam da alışmıştım. Buna çok da aldırış etmiyordum. Zaten o sene “iyi” ile de geçinde sevincim iki kat daha pençinleşmişti. Bir yaz tatiline de hakketmiştim doğrusu. Karneleri aldığım gün kekse annemde orada olsaydı. Karnemi o kadar çok kişiye göstermek istiyordum ki. Çünkü aslında biraz formalite olan bu basarımı takdir etmesini istiyordum insanlardan. Gösterdiğim kişilerde bunu benden esirgemiyorlardı. Sağ olsunlar! Belki de ilk defa incelemeye değer bir karne götürmüştüm eve. Bundan dolayı o gün en mutlu insan benimdir muhtemelen. O yılın yaz tatilini izmir'de geçidim. Her şey çok güzeldi. O yaz geçmişe özlem duydum bir zamandı. Tatilin sonlarında okul da başlamak üzereydi. Yeni sınıf yeni arkadaşlar ve kahrolası uyum. Oldum olası su uyum hep korkutmuştur beni Ama yine şanslıyım. Çünkü sınıftakilerin hepsi yeni. O yıl 6 f sınıfına düştüm. Yeni arkadaşlarla tanıştık. Ama buraya da ilk zamanlarda alışamadım. Okulun ilk günü eve geldiğimde hıçkıra hıçkıra ağladığımı hiç unutmam. Ve okulu bırakacağımı söylediysem de çok ciddiye alınmadım. İçimden okula hep lanet etmişimdir o zamanlar. Okul eğitim yuvasıdır. Orada bir şeyler öğrenirsiniz. Ya da öğrenmeye teşvik edilirsiniz. Ama sunu rahatlıkla söyleyebilirim ki benim hayatımın tam 8 koca yılı boş geçti. Bu sekiz yılda öğrendiğim bir şeyi hatırlamıyorum. İşte bende bir şey öğrenmediğim bir yerde yılın iki gününde rezil olma durumuna karsı okulu gereksiz görmüşümdür hep. Pedagoji denen öğrenci psikolojisini odak alan bir bilimden öğretmenlerin hiçbir nasip almamış olması beni hayrete düşüren bir olgudur. Olgudur diyorum çünkü bu sadece bir öğretmen için geçerli değil. Gördüğüm birçok öğretmende bunu simdi çok rahat sezebiliyorum. Ama heyhat bütün bu öğretmenlerde bana rastladı. Dayağın olmadığı bir sınıf su ana kadar görmedim. Oysa dayak dediğiniz hayvanlara bile atılmaz. “şiddet insanlığın sıfır noktasında kendini ifade etmesidir.” Erdemin olmadığı insanlığın olmadığı bir yerde ancak şiddet olur. Ve şiddetin olduğu yerde insanlık olmaz erdem olmaz. Daha insanlıktan nasibini alamamış insanların türkiye'nin geleceğine yön veren beyinleri eğitmesi hiç de doğru bir olay değil. Bizimde öğretmenlerimiz istisnalar olsa da genelde bu kategorideydiler. Okula olan uyumu biraz da onlar zorlaştırdılar. Kendime olan güveni azaltarak toplumsallaşmamı engellediler. Aslında bunda biraz da otoriter bir ailenin mensubu olmanın nedeni de büyük tabi. Tüm suç onların değil. Neyse bu okula da alışmam bir ay kadar sürdü. Sonunda bunu da başardım. Ama derslerim yine aynı. Ders çalışamıyorum. Yaptığımız ödevler baştan sağma. Bu ders çalışma meselesine biraz değinmek istiyorum. Ders çalışamıyorum dedim. Yani bu ders çalışmak istemiyorum değil. Yazılanlardan bir şey anlamıyorum. Çünkü o kadar bir alt yapıya sahip değilim. Yazılanların İngilizceden farkı yok. Hele matematik. Hiçbir şey anlamıyorum. Zaten kendimi bildim bileli matematiğim hep kötüdür. Ama ben scinner gibi zihnin kategorize edilerek insan zekâsının belli noktalarda çalıştığına inanmıyorum. Benim için zekânın yapamadığı bir şey olamaz. Matematik de eksik ise bir insan o gerekli enformatif donanımların eksikliğinden kaynaklanır. Bu anlamda bir insanın kafası matematiğe çalışmıyor yargısı benim için geçerli değildir. Neyse okula dönersek sınavlar bizim sınavlar yaklaştı. İlk sınav da iş eğitimi idi. Bu dersi neden koyarlar hala havsalam almaz. Neyse sınava girip çıktım. Bir kaç gün sonra da sınav sonuçları belli oldu. Zayıf alan tek bir kişi vardı. O da tabiî ki bendim. Öğretmenin ironik aşağılamalarına da sınav sonucunun akabinde muhatap oldum sınıfın ortasında. Sizce böyle bir insanda psikolojiden, özgüvenden söz edilebilir mi? Okuldan eve dönerken bunlar kafamı o kadar kurcalıyordu ki kekse okulu bırakabilseydim diyordum kendi kendime. Ama buna da gücüm yetmiyordu. 5. sınıftan sonra çok ağır bir yıl olmuş benim için. Daha bir bucuk ay oldu okul başlayalı ben sanki 5 yıl okumuşun gibi bir his vardı içimde. Neyse sınavlar bitti ve ara karneler dağıtılacak. Bunun için de velilerin gelmeleri gerekiyordu. Ben baba mı çağırdım. Ara karneler dağıtıldığı gün şiddetli de bir yağmur vardı eve biraz geç gitmek zorunda kaldım. Neyse ki eve hiç gelmek istemiyordum. Çünkü karnemde 6 zayıf olduğunun bilincindeydim. Babamın nasıl bir psikolojiye sahip olduğunu tahmin edebiliyordum. Bu yüzden Eve gelirken balkonda ablama ilk sorum “babam toplantıya geldi mi?” oldu. Onun” hayır” yanıtı üstümdeki tonlarca ağırlığındaki yükü bir anda kaldırmıştı sanki. O gün huşu içinde uykuya daldım. Erkesi gün sınıf öğretmeni velime göstermek için ara karneyi bana verdi. Ben de eve gittiğimde ilk iş onu gümüşlüğün arkasına attım. Bu salak işi neden yaptım hiç anlamam. En mantıklısı onu yırtıp atmaktı. Çünkü evin boyanması gümüşlüğün yerinin değişmesi anlamına gelecek ve foyamız meydana çıkacaktı. Ama neyse bunun için iki yıl daha vardı. İkinci sınavlarda iki zayıfı düzeltip 4e indirmeyi basardım ama bu da yeterli değildi. Elimden ancak bu kadarının geldiğine kimse inanmıyordu. Ama bir süre sonra onlarda inanmaya başlayacaklardı. Yılın en sevdiğim iki günü varsa bu bayramlardır. En sevmediğim iki gün de varsa o da karne günleridir. Çünkü başarısız bir öğrenci için karne günü; hakaret, aşağılanma, başarılı öğrencilerle kıyaslanmadır. Bu günden çok fazla bir şey beklemeyin. Benimde böyle oldu tabi. Ama alıştığım bir durumdu. Yılın iki gününde de ev tarafından aşağılanıyordum. Sömestr tatili başladıktan bir kaç gün sonra kötü bir şekilde hafızamda yer eden bir hatıram vardır. Oyun oynamak için dışarıya çıkmak isterken babam bana karnemi getirmemi söyledi. Ben de anlamsız bir şekilde ona bakarak dediğini yaptım. Gümüşlüğün kapısını açarak oturma odasındaki babama uzattım. Babam bana önce matematik dersini göstererek bu ne dedi. Ben de “ matematik” dedim. Daha sonra matematik notunu göstererek tekrar sordu. Bu ne? Aynı şekilde “1” diye yanıtladım. Ardından tahmin edemeyeceğim bir şekilde yüzümde babamın elini tüm ağırlığıyla hissettim. Kıpkırmızı kan kesilen yüzümden çok, odada arkadaşlarımın buna şahit olmaları üzdü beni. Herhalde o anda bir yer olsaydı içinden çıkmamak kaydıyla içine girerdim. Çünkü insanın utanma sınırımın sona yaklaştığı bir noktaydı ve ben de oraya yakın bir yerdeydim Ne yazık ki olay bu kadarla da son bulmadı. İkindi yer olarak da Türkçe dersini göstererek bunun ne olduğunu sordu. Bende “Türkçe” olarak yanıtladım. Yanındaki notu göstererek aynı soruyu tekrar sordu. Benim cevabım değişmedi.”1” ardından ikinci tokat yüzümde yankı buldu. Artık bunun devam edeceğini anladım. Daha yemen gereken iki tokat daha vardı. Yine aynı şekilde fen dersini göstererek bu ne sorusunu sordu. Cevap aynı hep aynı.”1” ardından 3 tokat. Yediğim her tokatta arkadaşlarıma bakıyordum. Onlar sabit bir şekilde bana bakıyorlar utanıcımın şahitliğini yapıyorlardı bir nevi. Son olarak aynı soru yankılandı kulaklarında bu ne? “coğrafya olarak cevapladım bunu da. Yanındaki notu gösterircesine aynı soruyu yineledi Cevap yine”1”di. Bu cevabın ardından tokat geleneksel bir şekilde yüzümü tekrar kızarttı. Bunun ardından babam bir de açıklama yapma gereği duyarak “önce derslerine çalış sonra oyna” dedi. Bu anda bir insan ne ister dersiniz. Çok utandığınız bir anı hatırlayın. Tek isteğiniz bu anın biran önce geçmesi hemen 3 gün sonraya daha da unutmak için 1 ay sonraya gitmek istersiniz. Bu bende de çok oldu. Ben de hep gitmek istedim o zamanlara. Ya da bundan daha önemli olayların olması ve insanların bu olaya ilgi göstermemesidir. Ne biliyim mesela o zaman deprem olmasını istersiniz. Çünkü insanlar o anda sizin kızarmış yüzünüzle değil depremle ilgileneceklerdir Bu da çok istenilen bir durumdur. Benim tarafımdan. Ama su ana kadar gerçekleştiğine şahit olmadım.o da ayrı bir mesele neyse İlk dönemi böyle bitirdikten sonra ikinci döneme gelmişti sıra. Artık dersleri biraz olsun düzeltmek istiyordum. Bunun için biraz çaba da sarf ediyordum aslında. Ama boşa kürek çektiğimi henüz bilmiyordum. Karneyi alıp gördüğüm zaman fark edecektim bunu. Karneyi almadan önce geçmem için dualar ediyordum. Karnemi aldığım da zira dualarımın kabul olup olmadığını öğrenmek için notlardan önce kalıp kalmadığıma baktım. 2.13 ortalamayla kalmıştım ne yakıkki. Artık yapacak bir şey yoktu. Ama bunu eve nasıl açıklayacaktım. Henüz bunu düşünmek için erkendi. Ne de olsa eve gitmek en az 1 saat sürerdi. Fakat yolu uzatmak mantıklı idi. Bununda nedeni yolda tanıdık birine rastlamamaktı. O gün benimle aynı kaderi paylasan bir arkadaşım daha vardı. Adı melihti. Önce onunla oyun salonlarına gittik. Birçok kişi kaldığını çok rahat bir şekilde dillendiriyordu. Bir zamandan sonrada bunu kabullendim. Biraz gezip eğlendikten sonra yollarımız da ayrıldı. Artık eve gitme vakti gelmişti benim için. Ak evlere geldiğimde eve 15 dakika daha vardı ama bir tanıdığı gördüm ve bana karnemi sormak için yaklaştığı belliydi. O an bir yaratıktan korkup kaçan bir insan misali hızla yolumu değiştirip oradan uzaklaştım. Bir ara sokağa girerek yolu biraz daha uzattım. Her şeye isyanın tam vaktiydi. Karneyi cebimden çıkartıp param parça ettikten sonra pişman bir şekilde ağladım. Ağladım. Ağladıkça rahatlıyordum sanki. Ama eve de varmama çok bir zaman kalmamıştı. 10 dakika kadar sonra evdeydim artık. Annem pazardan henüz gelmişti. Bana karnemi sordu hemen. Bende yırtıp attığımı söyledim ona. O da kızarak bu isi babanla çözersin diyerek salık verdi. Babamı heyecan içinde bekliyordum. Nasıl tavır takınacağını az çok biliyordum. Ama ilk defa sınıfta kalıyordum. Allah’ım bugün geçse ne iyi oludu diyordum içimden. Babam yemeğe geldiğinde annem durumu ona bildirdi. Ve oturma odasına geldiğinde çok korkuyordum ne yalan söyleyeyim. Ama sandığım gibi ne bir kotu söz ne de dayak vardı. Oturma odasında benim için tarihi bir konuşma yapmıştı sanki. Beni diğerleriyle maddi açıdan kıyaslayarak onlardan bir farkım olmadığını ama derslerindeki başarısızlığa da bir anlam veremediğini söyledi. Çok yüzeysel bir tespitti benim için. Çünkü insanı maddeye indirgeyen sığ bir düşünce idi. Oysa işe içine dâhil etmediği bir de ruh, psikoloji vardı değil mi? Maddi açıdan insanlar arasında başarı eşitliği beklemek ortaçağ skolâstik düşüncesinden daha geriydi benim için. Konjoktürel yapıya bakıldığında skolastizm o zaman için olağan ve belli bir amaca hizmet ediyordu en azından. Oysa post modern söylemlerin ayyuka çıktığı bir dönemde benim için çok absürde olan bu iddialara muhalefet edecek kadar muktedir de değildim. Boynumu büküp onaylamış gibi yapmaktan başka da çarem yoktu. Ama o konusma bile benimle babam arasında iletişim açısından bir kilometre taşıdır. Okullar bittikten sonra 18 günlüğüne bir yolculuk da çıkmıştı. Aslında hiç de istemiyordum gitmeyi. Tahmin edersiniz ki karne arifesinde öğrencilere malum sorular sorulacaktır. Köyde bu soruya kaldım demek benim için ne yalan söyleyeyim çok zordu. O yüzden bunu kimseye söylemeyi düşünmüyordum. 18 günden sonra İzmir’e geldik. Babam kupon biriktirerek bize (kardeşimle bana) bir bisiklet almıştı. İzmir’e en çok da bu yüzden biran önce gitmek istiyordum. Neyse ki o yaz doyasıya bisiklete binmiştim. Ve yeni bir sene başlıyordu. Orta biri tekrar okumak durumundaydım. Ama son anda çıkan bir aftan yararlanıp sınıfı geçmem mümkün olabilmişti. Bu benim için sevindirici bir olaydı. Çünkü birçok kişiye kaldığımı söylememiştim. Böylece doğru söylemiş oldum onlara. Neyse ki orta iki ye de başladık. Enerjim yerinde koca bir seneye tekrar başlayabilirdim. Orta iki gecen seneye oranla nispeten daha iyiydi. Artık bir şeyleri yavaş yavaş çözmeye başladım. Okula da adapte olmuştum. Ama gel gör ki yine 4 zayıfı engelleyememiştim. O karne günü de 3 aşağı beş yukarı öncekiler gibiydi. İkinci dönem elimden gelen her şeyi yapıp bu zayıfları düzeltmek zorundaydım. Çünkü geçen sene yaşadıklarımı bir daha asla yaşamak istemiyorum. Neyse ki bu dönem gecen döneme nazaran daha iyi ve verimli geçmişti. Sene sonunda da bunun karşılığını almıştım. Zayıfların ikisini kurtarıp ikiye düşürdüm. En azından evden gelen tepkileri biraz daha azaltmıştım. Böylece ilk defa okul hayatımda istikrarlı bir grafik çizmiş oldum. Aslında bu zaman kadar yazdıklarım hep okulla paralel ve senkronize seyretti. Bunları yazdım çünkü benim için önemli ayrıntılardı. Beklide o ayrıntılarda gizliydi yarattığım dünya. O dünyada her şey benimdi. Spekülatif de olsa figüran değildim orda. Eşitsizlik, adaletsizlik yoktu orda. Benimdi orası. Benim. Herkesin bir dünyası vardır elbette. Kendine göre düzenlediği modifiye ettiği bir dünya. Bu zamana kadar her şey çok da iyi sayılmazdı benim için. Karamsar içine kapanık, özgüveni olmayan koskoca 10 yıl geçti bu hayattan. Çok şey götürdü elbette. Ama aleksander dubasın bir eseri vardır.. O kitapta her şeyini kaybetmiş bir insanın nasıl hayata döndüğünü görürsüzüz. Buraya kadar okuduklarınız romanın ortalarındaki kahramanla hemen hemen hemen aynıydı. Ama romanın ikinci kısma da vardır. Burada bambaşka bir hayat okursunuz. Romanın sonunda ise verdiği mesaj çok manidardır. “bekle ve umut et”

Static Wikipedia (no images)

aa - ab - af - ak - als - am - an - ang - ar - arc - as - ast - av - ay - az - ba - bar - bat_smg - bcl - be - be_x_old - bg - bh - bi - bm - bn - bo - bpy - br - bs - bug - bxr - ca - cbk_zam - cdo - ce - ceb - ch - cho - chr - chy - co - cr - crh - cs - csb - cu - cv - cy - da - de - diq - dsb - dv - dz - ee - el - eml - en - eo - es - et - eu - ext - fa - ff - fi - fiu_vro - fj - fo - fr - frp - fur - fy - ga - gan - gd - gl - glk - gn - got - gu - gv - ha - hak - haw - he - hi - hif - ho - hr - hsb - ht - hu - hy - hz - ia - id - ie - ig - ii - ik - ilo - io - is - it - iu - ja - jbo - jv - ka - kaa - kab - kg - ki - kj - kk - kl - km - kn - ko - kr - ks - ksh - ku - kv - kw - ky - la - lad - lb - lbe - lg - li - lij - lmo - ln - lo - lt - lv - map_bms - mdf - mg - mh - mi - mk - ml - mn - mo - mr - mt - mus - my - myv - mzn - na - nah - nap - nds - nds_nl - ne - new - ng - nl - nn - no - nov - nrm - nv - ny - oc - om - or - os - pa - pag - pam - pap - pdc - pi - pih - pl - pms - ps - pt - qu - quality - rm - rmy - rn - ro - roa_rup - roa_tara - ru - rw - sa - sah - sc - scn - sco - sd - se - sg - sh - si - simple - sk - sl - sm - sn - so - sr - srn - ss - st - stq - su - sv - sw - szl - ta - te - tet - tg - th - ti - tk - tl - tlh - tn - to - tpi - tr - ts - tt - tum - tw - ty - udm - ug - uk - ur - uz - ve - vec - vi - vls - vo - wa - war - wo - wuu - xal - xh - yi - yo - za - zea - zh - zh_classical - zh_min_nan - zh_yue - zu -

Static Wikipedia 2007 (no images)

aa - ab - af - ak - als - am - an - ang - ar - arc - as - ast - av - ay - az - ba - bar - bat_smg - bcl - be - be_x_old - bg - bh - bi - bm - bn - bo - bpy - br - bs - bug - bxr - ca - cbk_zam - cdo - ce - ceb - ch - cho - chr - chy - co - cr - crh - cs - csb - cu - cv - cy - da - de - diq - dsb - dv - dz - ee - el - eml - en - eo - es - et - eu - ext - fa - ff - fi - fiu_vro - fj - fo - fr - frp - fur - fy - ga - gan - gd - gl - glk - gn - got - gu - gv - ha - hak - haw - he - hi - hif - ho - hr - hsb - ht - hu - hy - hz - ia - id - ie - ig - ii - ik - ilo - io - is - it - iu - ja - jbo - jv - ka - kaa - kab - kg - ki - kj - kk - kl - km - kn - ko - kr - ks - ksh - ku - kv - kw - ky - la - lad - lb - lbe - lg - li - lij - lmo - ln - lo - lt - lv - map_bms - mdf - mg - mh - mi - mk - ml - mn - mo - mr - mt - mus - my - myv - mzn - na - nah - nap - nds - nds_nl - ne - new - ng - nl - nn - no - nov - nrm - nv - ny - oc - om - or - os - pa - pag - pam - pap - pdc - pi - pih - pl - pms - ps - pt - qu - quality - rm - rmy - rn - ro - roa_rup - roa_tara - ru - rw - sa - sah - sc - scn - sco - sd - se - sg - sh - si - simple - sk - sl - sm - sn - so - sr - srn - ss - st - stq - su - sv - sw - szl - ta - te - tet - tg - th - ti - tk - tl - tlh - tn - to - tpi - tr - ts - tt - tum - tw - ty - udm - ug - uk - ur - uz - ve - vec - vi - vls - vo - wa - war - wo - wuu - xal - xh - yi - yo - za - zea - zh - zh_classical - zh_min_nan - zh_yue - zu -

Static Wikipedia 2006 (no images)

aa - ab - af - ak - als - am - an - ang - ar - arc - as - ast - av - ay - az - ba - bar - bat_smg - bcl - be - be_x_old - bg - bh - bi - bm - bn - bo - bpy - br - bs - bug - bxr - ca - cbk_zam - cdo - ce - ceb - ch - cho - chr - chy - co - cr - crh - cs - csb - cu - cv - cy - da - de - diq - dsb - dv - dz - ee - el - eml - eo - es - et - eu - ext - fa - ff - fi - fiu_vro - fj - fo - fr - frp - fur - fy - ga - gan - gd - gl - glk - gn - got - gu - gv - ha - hak - haw - he - hi - hif - ho - hr - hsb - ht - hu - hy - hz - ia - id - ie - ig - ii - ik - ilo - io - is - it - iu - ja - jbo - jv - ka - kaa - kab - kg - ki - kj - kk - kl - km - kn - ko - kr - ks - ksh - ku - kv - kw - ky - la - lad - lb - lbe - lg - li - lij - lmo - ln - lo - lt - lv - map_bms - mdf - mg - mh - mi - mk - ml - mn - mo - mr - mt - mus - my - myv - mzn - na - nah - nap - nds - nds_nl - ne - new - ng - nl - nn - no - nov - nrm - nv - ny - oc - om - or - os - pa - pag - pam - pap - pdc - pi - pih - pl - pms - ps - pt - qu - quality - rm - rmy - rn - ro - roa_rup - roa_tara - ru - rw - sa - sah - sc - scn - sco - sd - se - sg - sh - si - simple - sk - sl - sm - sn - so - sr - srn - ss - st - stq - su - sv - sw - szl - ta - te - tet - tg - th - ti - tk - tl - tlh - tn - to - tpi - tr - ts - tt - tum - tw - ty - udm - ug - uk - ur - uz - ve - vec - vi - vls - vo - wa - war - wo - wuu - xal - xh - yi - yo - za - zea - zh - zh_classical - zh_min_nan - zh_yue - zu

Static Wikipedia February 2008 (no images)

aa - ab - af - ak - als - am - an - ang - ar - arc - as - ast - av - ay - az - ba - bar - bat_smg - bcl - be - be_x_old - bg - bh - bi - bm - bn - bo - bpy - br - bs - bug - bxr - ca - cbk_zam - cdo - ce - ceb - ch - cho - chr - chy - co - cr - crh - cs - csb - cu - cv - cy - da - de - diq - dsb - dv - dz - ee - el - eml - en - eo - es - et - eu - ext - fa - ff - fi - fiu_vro - fj - fo - fr - frp - fur - fy - ga - gan - gd - gl - glk - gn - got - gu - gv - ha - hak - haw - he - hi - hif - ho - hr - hsb - ht - hu - hy - hz - ia - id - ie - ig - ii - ik - ilo - io - is - it - iu - ja - jbo - jv - ka - kaa - kab - kg - ki - kj - kk - kl - km - kn - ko - kr - ks - ksh - ku - kv - kw - ky - la - lad - lb - lbe - lg - li - lij - lmo - ln - lo - lt - lv - map_bms - mdf - mg - mh - mi - mk - ml - mn - mo - mr - mt - mus - my - myv - mzn - na - nah - nap - nds - nds_nl - ne - new - ng - nl - nn - no - nov - nrm - nv - ny - oc - om - or - os - pa - pag - pam - pap - pdc - pi - pih - pl - pms - ps - pt - qu - quality - rm - rmy - rn - ro - roa_rup - roa_tara - ru - rw - sa - sah - sc - scn - sco - sd - se - sg - sh - si - simple - sk - sl - sm - sn - so - sr - srn - ss - st - stq - su - sv - sw - szl - ta - te - tet - tg - th - ti - tk - tl - tlh - tn - to - tpi - tr - ts - tt - tum - tw - ty - udm - ug - uk - ur - uz - ve - vec - vi - vls - vo - wa - war - wo - wuu - xal - xh - yi - yo - za - zea - zh - zh_classical - zh_min_nan - zh_yue - zu