Yabancılaşma teorisi
Vikipedi, özgür ansiklopedi
Marks'ın ilk çalışmalarında, yabancılaşma (Almanca Entfremdung)doğal olarak birbirine ait olan şeylerin ayrılmasını veya dengeli bir uyum içersinde olan şeyler arasındaki antagonizmi ifade eder. Bu kavramın en önemli kullanımında, kavram insanların insan doğasının hallerine yabancılaşmasına atıfta bulunur. Marks yabancılaşmanın kapitalizmin sistematik bir sonucu olduğunu öngörmektedir. Teorisi, Feuerbach'ın, Tanrı'nın insanların karakterlerini yabancılaştırdığı düşüncesini tartıştığı Hıristiyanlığın Özü (1841) çalışmasına dayanır. Stirner bu analizi The Ego and Its Own - Ego ve Kendi (1844) çalışmasında 'insanlığın' birey için bir yabancılaşma ideali olduğunu açıklayarak daha ileri götürmüş ancak Marks Alman İdeolojisi'nde(1845) onu eleştirmiştir.
TİSAM
Türkiye İktisâdi ve Siyasî Araştırmalar Merkezi
Araştırma Raporu
Araştırma Konusu
Siyasal Yabancılaşma ve Türkiye Açısından Sonuçları
Hazırlayan
TİSAM Araştırma Gurubu
Rapor No:2
Mart 2007
SİYASAL YABANCILAŞMA VE TÜRKİYE AÇISINDAN SONUÇLARI
GİRİŞ
Günümüz insanı, ekonomik, toplumsal, siyasal alanlarda hızlı değişim ve dönüşümlerin yaşandığı bir dünyada yaşamaktadır. Özellikle teknolojik alanda yaşanan hızlı değişim ve dönüşümler baş döndürücü bir hızla ilerlemekte ve bu durum insanların hareket ve yaşam tarzlarını hem olumlu hem de olumsuz yönde etkilemektedir. Teknolojik gelişmeler aynı zamanda toplumların üst kurumlarını, alt yapısını, sosyo-kültürel ve siyasal açılardan etkilemekte, bu durum insanlarda topluma ve siyasal yaşama adaptasyonda birtakım uyum sorunları ortaya çıkarmaktadır. Bunun sonucunda da toplumda kuralsızlıklar, değer yitirimleri, anomi ve yabancılaşma olgusu yaşanmaktadır.
Yabancılaşma kavramını sosyo-psikolojik bir olgu olarak birçok düşünür farklı şekillerde ele almış ve yorumlamışlardır. Yabancılaşma kavramı özellikle yeni dünya düzeninin bir kez daha alt üst ettiği çağımızda, gündelik dile yerleşen bir kavram olmuştur ve toplumun yabancılaşması, kültürün yabancılaşması, kuşaklar arası yabancılaşma, dinin yabancılaşması, siyasetin yabancılaşması, insanın kendine yabancılaşması ve daha birçok şekilde ifade edilmektedir. Bütün bu yabancılaşma şekilleri özellikle sanayi toplumuna geçişle birlikte ortaya çıkmış, 21. yüzyılda küreselleşme olgusuyla birlikte kendini daha çok hissettirmeye başlamıştır
Yabancılaşma, genel düzeyde bireylerin varolan yapılara(toplumsal kurumlar) bağlı beklentiler, değerler, kurallar ve ilişkilerden uzaklaşmasıdır. Bireysel düzeyde ise, bu süreçlerin bireylerin denetiminden çıktığına ilişkin deneyim, ya da deneyimsel kayıp duygusudur (Alkan ve Ergil, 1980, s.24).
Bir başka ifadeyle “yabancılaşma, kişinin içinde yaşadığı topluma, kültürel değerlere ve rol dağılımına karşı ilgisinin kaybolması, değer ve normları anlamsız görmesi, kendisini güçsüz ve yalnız hissetmesi durumudur”(Demir ve Acar, 1997, s.234).
Siyasal yabancılaşma (Politic alienation) ise: “Siyasi yapılardan (kurumlardan), siyaset adamlarından ve belirli siyasalardan uzaklaşmak ya da bireyler arasındaki ilişkilerde yüksek düzeyde kuralsızlığın görülmesi sonucunda bireylerin siyasete karşı ilgisizleşmesi, siyasetten çekilmesi ve düşük düzeyde siyasal katılma olgusu göstererek depolitize olma sürecidir” (Alkan ve Ergil,1980, s.255).
Günümüzün demokrasi ile yönetilen modern toplumunda insanlar, her türlü iletişim aracına ve teknolojik imkanlara sahip olmalarına rağmen gittikçe daha az yönetime katılmakta ve politikayla daha az ilgilenmektedirler. Yaşadığımız ve yaşamakta olduğumuz modern ve postmodern süreçler insanlara her türlü imkanı sunmasına rağmen onları siyasete katılımda aktif ve etkin hale getirememiştir. Demokratik toplumlarda bireylerin demokratik süreçlere yabancılaşmaları seçimlere katılmama ve siyasetle ilgilenmeme, sokak gösterileri, şiddet eylemleri ve buna benzer biçimlerde ortaya çıkabilmektedir.
12 Eylül 1980 tarihi de Türk siyasi tarihinde bir dönüm noktası olarak kabul edilmektedir. 1980 yılından sonra, başta Anayasada olmak üzere, yasama yürütme ve yargıda yepyeni uygulamalar ve kanunlar yürürlüğe girdi. “Bugün Türkiye büyük ölçüde 12 Eylül’de dikilen elbisenin (Demokrasinin) içinde yaşamaktadır (Birand vd., 1999, s.8-9). 12 Eylül siyasette, ekonomide ve hayatın dinamiğinde yeni gelişmelere yol açmıştır. Ama yine de elbise aynı elbisedir. Bu nedenle 12 Eylül Türkiye’nin miladı olma özelliğini korumaktadır.
Türk toplumu siyasetten uzaklaşma (depolitizasyon) olgusunu en çok 12 Eylül süreciyle, demokrasinin askıya alındığı dönemde hissetmiştir. Bu dönemde ordu iktidara el koymuş, siyasi partiler kapatılmış ve siyaset yapmak yasaklanmıştır. 1980-1983 askeri yönetim döneminde siyasal katılım sadece oy vermekten ibarettir. Bu dönemde alınan 24 Ocaktaki ekonomik kararlar ve ekonomide kötüye gidiş, halkı politikadan iyice uzaklaştırmıştır. “24 Ocakta alınan kararlarla Cumhuriyet’in resmi iktisat politikası olan karma ekonomi yerini serbest piyasa ekonomisine bırakmıştır. Böylece Türkiye duvarları yıkıyor, İMF’nin istediği dış dünyaya açılıyordu” (Birand vd.,1999,s.139). Doğal olarak bu durum siyasette, siyasal sistemde yeni yapılanmalara yol açan olgunun ilk kilometre taşlarıydı.
1980 yılından sonra Türkiye’de köşe dönücülük fikri yaygınlaşmış, rüşvet ve yolsuzluklarla ekonomik kirlenme gerçekleşmiştir. Gelir dağılımı adaletsizleşmiş, sosyal ve kültürel kirlenme sonucu, kendi değer yargılarına yabancılaşan bir toplum meydana gelmiştir.
Türkiye’de son yıllarda en az güvenilir kurumlar arasında Siyasi partiler ve halkın temsil edildiği Meclis ilk sıralarda gelmektedir. Parlamentoya güvensizlik, siyasetçi ve vatandaş arasında uzaklık siyasal yabancılaşmaya giden bir süreci göstermektedir. Halk ve temsilcileri arasında ortaya çıkan bu karşılıklı güvensizlik ortamının toplum içinde yarattığı bir başka problem, toplum içinde bir umutsuzluk ve huzursuzluk yaratmasıdır. Temsilciler, temsil ettikleri bireylere, hiçbir şekilde hesap vermemektedirler. Kendilerini hesap vermek zorunda da görmemektedirler. Bu durumda toplum, siyasetle uğraşan herkesten nefret etmeye başlamaktadır. Geleceğe yönelik umutlar kaybolmaktadır. Kimse ülkenin menfaatlerini ciddiye almamaktadır. Sonuçta demokrasi itibar kaybetmeye başlamaktadır.
Günümüz koşullarında siyasetsiz bir toplum düşünmek mümkün değildir. Siyaset, kurumların, bireylerin ve çeşitli grupların farklı görüş ve çıkarlarını ifade edebileceği uygun bir zemini oluşturmaktadır. Ancak, Türkiye’de siyaset yönetenlerin işi olarak düşünüldüğünden bireyler siyasete ilgisiz olmakta, kendilerini siyasal süreçte etkin olarak hissettirememektedirler. “Siyaset, demokrasilerde bütün vatandaşların hem hakkı, hem de ödevidir. Çünkü siyaset, ortaklaşa sahip olunan ülkenin yönetimi konusundaki tartışmadan ibarettir. Ama Türkiye’de bu eylem bir meslek sayılmaktadır” (Kılıçbay, 1996, s.113).
Genel Olarak Siyasal Yabancılaşma Türleri ve Ortaya Çıkış Şekilleri
Seeman, dört tür yabancılaşma türünün varlığından söz etmektedir (Seeman, 1959, s.783-791): Bunlar güçsüzlük, güvensizlik, anlamsızlık ve tecrit olgusudur. Bunlara kuralsızlık ve kendi kendine yabancılaşma da ilave edilebilir
1- Siyasal Güçsüzlük
Siyasal Güçsüzlük, bireyin kendi davranışının arzuladığı siyasal sonuçların elde edilmesini (meydana gelmesini) ne ölçüde etkileyebileceği beklentisinden kaynaklanmaktadır. Bu beklenti ne kadar olumsuz yönde ise, bireyin güçsüzlük duygusu o kadar yoğundur. Olumsuzluğun yoğunluğu ölçüsünde de siyasete katılma olasılığının azalacağı beklenmektedir. Rosenberg’e göre, güçsüzlüğünden dolayı yabancılaşan birey, dev şirketler ve sendikal örgütlerin belirlemiş olduğu ekonomik çıkar blokları ve siyasal güç odakları karşısında kendi sınırlı kaynaklarını harekete geçirmenin boş olduğuna inanır. Güçsüzlük duyanlar arasında siyasete katılmanın özendiriciliği zayıftır. Bu yüzden de onlar, yabancılaşmalarını katılmayarak belirtirler (Ergil, 1980, s.112).
İnsanların kendilerini siyasal olarak güçsüz hissetmemeleri için Demokratik bir toplumda seçmenlerin yurttaş olmaları ve kendilerini yurttaş olarak kabul etmeleri gerekmektedir. Yönetilenler yönetimle ilgilenmiyor, siyasal bir topluma değil de yalnızca bir aileye, bir köye, bir iş alanı uğraşına, dinsel bir mezhebe ait olduklarını duyumsuyorlarsa, yöneticilerin serbest seçimle belirlenmesi pek bir işe yaramaz. Yönetilen bireyler ya toplumun işleyişini düzenleyen karar ve yasaların değişimiyle ilgilenmeksizin toplumda belli yerleri doldurmakla yetinirler ya da büyük özveriler gerektirebilecek sorumluluklar almaktan kaçınmaya çalışırlar. Yönetim ve siyaset sıradan insanların dünyasından ayrı bir dünyaya ait olarak algılanır (Touran, 1997, s. 46).
Bireyin siyasal süreçte etkin olamadığını hissetmesi güçsüzlük duygusunu ortaya çıkaracaktır. Eğer bireyin kendi davranışıyla arzuladığı siyasal sonuçlar arasında olumsuz bir ilişki varsa siyasal güçsüzlük duygusu yoğun olacaktır. Olumsuzluğun ölçüsüne göre de siyasal katılma düzeyi düşük olacaktır. Bu nokta da “ halkın sürekli olarak kendini ilgilendiren politikalarda söz sahibi olabilmesinin tek yolu vardır. bu da katılımcı demokrasidir. Katılımcı demokrasi, halkın çeşitli yollardan siyasete en geniş bir şekilde katılabilmesidir. Siyasal katılma demokrasi kavramıyla özdeşleştirilen anahtar bir kavramdır ”(Çukurçayır, 2000, s.13).
2- Siyasal Güvensizlik
Siyasal güvensizlik bireyin siyasal rolleri olan sorumluların karşısında sürekli ve sistematik olarak değer verilen siyasal kuralları ve alışılmış gelenekleri çiğnediklerine ilişkin duygudur. Algılanan/Gözlemlenen adaletsizlik ve yoksun bırakılma duyguları, güvensizleri yasadışı siyasal davranışlara itebilir. Gamson’dan Ergil’in aktardığı gibi güvensizlik, devrimci hareketlerin dinamiğinde başrolü oynayan olumsuz etkenlerden biridir (Ergil, 1980, s.13).
Siyasal yaşama katılan birey, siyasal kararların alınmasında pay sahibi olan birey, aynı zamanda siyasal denetimi de gerçekleştiren dolayısıyla siyasal güvensizlik duymayan bireydir. Siyasal güvensizliğin en önemli belirtilerinden biri vatandaşların siyasi partilere ve siyasal aktörlere olan güvensizliğidir. Siyasal güvensizlik denildiği zaman daha çok siyasal partilere ve siyasal liderlere olan güvensizlik akla gelir.
Günümüzde artık siyasal partiler ileride de belirtileceği gibi birçok etkene bağlı olarak hem partilere hem de seçmenlere bıkkınlık vermekte, seçmenlerin ve partinin aktif eylemcilerinin partiye karşı tavır alışları pozitif bir özdeşlemeden ziyade, uysal bir kayıtsızlığa veya sadece taktik icabı destek vermeye doğru yönelmekte, partilere duyulan güven zayıflayarak, yerini kamusal kayıtsızlık almaktadır. Bunun nedeni de Habermas’ın ifadesiyle depolitizasyon; yani toplumsal yaşama ilişkin öncelikli kararların siyasal değerlendirmeler dışında alınmaya başlanması, toplumsal varoluşa siyasal anlam atfetmenin arka plana atılarak, bireylerin siyaseti kendi dışında gelişen bir olgu gibi değerlendirmesi, onu sıradan bir taraftar gibi izlemesidir (Tosun, 1999, s.35).
3- Siyasal Anlamsızlık
Siyasal Anlamsızlık ise bireyin, siyasal sistemin nasıl işlediğini anlayamamak değişik siyasal uyarıların yardımıyla fikir oluşturmak ve siyasal olayların sonuçlarını kestirmek konularında kendi başarısızlığına ilişkin duygusudur. Bu şekilde olan siyasal yabancılaşma, insan yaşamının önemli bir niteliği olan “anlam arayışı” ve olaylar üzerinde denetim sağlama isteğiyle bağlantılı olmaktadır (Alkan ve Ergil, 1980, s.253).
Günümüzde siyasal yaşamın temel unsuru, demokrasinin vazgeçilmez şartı olan seçimlerin de kitlelerin gözünde bir anlam ifade etmediği belirtilmektedir. “Günümüzde, seçimlerde seçmenlerin oyunu onların konumu, dolayısıyla da çıkarları belirler ve genellikle oylarda büyük bir durgunluk vardır. Bağlılık, gelenek ya da çıkar gereği bir partiye oy verilir, üstelik siyasal seçim değişiklikleri belirgin bir genel çıkar görüşüne dayanmaz. Siyasal yaşamı gözlemleyenlerin birçoğu, seçimlerin siyasal bir seçimden çok siyasal bir reddi dile getirmeye araç olduğunu söylerler. Seçim bir tercihin anlatımından çok bir ceza olmaktadır (Touran, 1997, s. 170).
4- Tecrit Olgusu (izolasyon)
Tecrit sözcüğünün birçok anlamı vardır. en genel ifadeyle bireyin toplumsal değerlerinden uzaklaşması halidir (Tolan, 1996, s. 303).
Tecrit olgusu, toplum tarafından özellikle yüksek değer verilen şeylere, bireylerin düşük ödül değeri atfetmelerinden kaynaklanan duygudur (Alkan ve Ergil, 1980, s.217).
Tecrite yönelik siyasal yabancılaşmanın ayırıcı niteliğinin, onun bireylerin üzerine zorlanmış olması değil, tersine bireyler tarafından seçilmesidir. Genel olarak, kendini tecrit etme duygusu, temel yerleşik değer ve kuralları benimsememiş ya da ancak kısmen benimsemiş olan insanlarca duyulur. Bu bireyler, bunalımlarının amacı hakkında yürüttükleri akla yakınlaştırma (rationalisation) ile toplumun egemen kurallarının ve amaçlarının kendi yaşamlarını çok az etkilediğini savunurlar. Böylece, onlara düşük ödül değeri atfederler. Görüldüğü gibi, yerleşik ya da merkezi siyasal kültürü yadsıma eğilimi, katılmanın yararsız olduğu inancından kaynaklanmaktadır. Tecrite yönelik siyasal yabancılaşma, büyük bir olasılıkla, sosyal protesto biçiminde dışa vurulur. Herkesin istediğini yapması düşüncesi,, bu davranışın duygusal ya da düşünsel temelini oluşturur (Özkul, 1997, s.13).
5- Kuralsızlık
Kuralsızlık veya bir diğer adıyla normsuzluk, anomi kavramı ile de eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Çünkü “anomi, normatif sistemin zayıflaması, gücünü ve geçerliliğini belirli ölçülerde yitirmesi olarak tanımlanmaktadır. Buna karşılık pek çok sosyolog, toplumsal kurallara aşırı bir biçimde uymayı, modern toplumdaki yabancılaşmanın belirtilerinden biri olarak değerlendirmektedirler. Çünkü, reklamlar, kitle iletişim araçlarının güdümündeki kamuoyu, bireye gerçek seçeneklerin bulunmadığı çok küçük bağımsız ve özerk bir alan bırakmış, yaşam biçimini ve davranışlarını doğrudan belirlemeye başlamıştır (Tolan, 1996, s.318).
6- Kendinden Uzaklaşma
Kendinden uzaklaşma bireyin şimdiki durumunun toplumsal koşulların daha elverişli olacağı durumdan daha kötü olduğuna inanmasından kaynaklanan duygusudur (Alkan ve Ergil, 1980, s.217).
Kendinden uzaklaşma duygusunun en önemli nedenlerinden birisi modern toplumun hızlı akışının toplumun üyelerinde kendinden yabancılaşma olgusuna katkıda bulunduğudur. Günlük yaşamda kötü uyumun en yaygın şekli kendinden yabancılaşmadır.
7- Siyasal Yabancılaşmanın Tutum Yoluyla İfade Edilmesi : Sinisizm
Siyasete yabancılaşan bireylerin, bazılarının davranışsal, bazılarının da tutumsal olmak üzere yabancılaşmalarını değişik şekillerde belirttikleri ifade edildi. Sinisizm(kuşkuculuk) ve güvensizlik, yabancılaşmanın davranış değil de bir tutum yoluyla ifade edildiğine bir örnektir.
Sinisizm siyasal hayata karşı takınılan olumsuz bir tavırdır. Dolayısıyla bir yabancılaşmadır. Bu olumsuz tavrın diğer olumsuz siyasal değişkenlerden farkı itimatsızlık, şüphecilik ve düşmanlık unsurlarını bir arada bulundurmasıdır. Cynic kişiyi diğerlerinden ayıran özelliği siyasal sistemden kopması değil, sisteme karşı patolojik sayılabilecek derecede kökten olumsuz bir tavır takınmasıdır. Bu da sadece muhalefet değildir; çünkü hiçbir sisteme karşı olumlu bir tavrı yoktur (Akbal,1998, s.35).
Ulus Devlet ve Siyasal Süreçteki Etkisi
Ulus devletin tarihsel olarak gelişim sürecine baktığımız zaman Batı siyasal düşüncesinin eski Yunan’dan 18. yüzyıla kadar ki iki bin yılı boyunca, demokratik ve cumhuriyetçi devletlerde yurttaşlar topluluğunun ve devletin ülkesinin küçük, modern ölçülere göre ise minik olması gerektiği egemen bir varsayım olagelmiştir. Genel olarak kabul edildiğine göre, demokratik ve cumhuriyetçi yönetim sadece küçük devletler için uygundur (Dahl, 1993, s.272). Ulus devletlerin en önemli özelliği bütün toplumsal ve siyasal oluşumları, yapı ve kurumları ‘tek’leştirmeleri, monist bir görünüm oluşturmalarıdır.
Küreselleşme ile birlikte ulus devletin önemini yitirdiği ve dolayısıyla siyasetinde önemini yitirdiği belirtilmektedir. “ Küreselleşme ile birlikte devlet zayıflamaktadır. Kanunlar bile ulus-devlet dışındaki güçlerce, uluslar arası uyum sürecine paralele olarak gerçekleştirilmektedir” (Koçdemir, 2000, s.45). Bu durum da siyasi aktörlerin hareket alanları kısıtlanmakta, siyasetin yapılabileceği alan mümkün gözükmemektedir. Bu durum bir siyasetten uzaklaşma ve siyasete yabancılaşmadır. Küreselleşmenin getirdiği yeni değerlerle birlikte ulus devlet anlayışı yerini uluslar arası devlet anlayışlarına bırakmaktadır. Siyasal kararlar uluslar arası arenada alınmaya başlamaktadır. Bu durum ulus-devlette bile siyasal sürece etkin şekilde siyasal sürecin işleyişine katılamayan bireyleri tamamen siyasetin dışına itmekte onları depolitizasyona maruz bırakmaktadır.
Siyasal anlamdaki küreselleşmeyle birlikte, devletle birey arasındaki ilişkiler sorgulanmakta, vatandaşlık statüsü yeniden oluşturulmakta, devletin küçültülmesi, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, yerinden yönetim ilkesinin öne geçirilmesi, insan haklarının ve temel özgürlüklerin dikkate alınması, bireylerin devletten özerk ve sivil alanlarının mümkün olduğunca genişletilmesi gibi yeni değerler ve yapılar tartışma gündemine girmiş bulunmaktadır (Dursun, 1998, s.71).
Siyasetin ülke, devlet, insan yönetimi bağlamında ulus devletle mümkün olduğunu ifade edebiliriz. Bunun için “Türkiye, jeopolitik konumunun siyasi, kültürel, iktisadi ve stratejik koordinatlarını okumayı öğrenmelidir. Bunun için muhafaza etmesi gereken şeylerin başında ulus devlet ve milli siyaset gelmektedir. Bütün göz boyama gayretlerine rağmen ulus devlet, günümüzde de vazgeçilmezliğini devam ettirmektedir. Optimum irade oluşumu ancak ulus devletle tesis edilmektedir. Ulus devlet, hizmet yeteneğine sahip yapılara ve güç araçlarına sahiptir. Yeni dönem sosyal çözülme, kutuplaşma, anonimleşme, aidiyet duygusunun kaybolması, irrasyonel kaçışlar gibi çok önemli meselelere yol açmaktadır. Bu meseleler ancak demokratik ve otoriter (Totaliter değil!) bir devletle birlikte çözülebilir. Çünkü küreselleşmenin hukuk ve düzenin korunması normal demokratik metodlarla telafi edilemeyecek yan etkileri var. Tesanüt, hürriyet ve kalkınma arasındaki Batı için imkansız hale gelen uyum, ancak ulus devlet tarafından korunabilir” (Koçdemir, 2000, s. 51).
SİYASAL YABANCILAŞMA SÜRECİNDE TÜRKİYE
Türkiye’de 1980 Sonrası Siyasetten Uzaklaşmada (Siyasal Yabancılaşmada) Etkili Olan Siyasal Değişkenler
Türkiye’de 1980’den sonra 12 Eylül askeri müdahalesi ile birlikte, siyasetin hareket alanı daralmış, toplum ile siyaset birbirinden kopmuştur. Bir kamusal alan faaliyeti olan siyaset, toplumsal örgütlenme, kurumlaşma, koordinasyon yapma hedef ve strateji belirleme, ileriye bakma yolu ile, kendi kendini idare etme imkanı verme açısından, hayati öneme sahip bir öncelik taşımaktadır.
Eroğul’a göre, 1980 askeri müdahalesi ve 1982 Anayasası ile birlikte katılmacılık anlayışı bakımından 1961 öncesine dönülmüş, siyasal katılmayı, bunun en düşük biçimi olan seçme seçilme haklarına indirgemiştir (Eroğul, 1991, s.29)
1- Siyasal Sistemdeki Değişim, 1982 Anayasası ve Siyasi Partiler Kanunundaki Düzenlemeler
12 Eylül 1980 öncesinde 1978-79 kışında, artık sivil rejimin gerilemesi son aşamasına girmişti. Terörün akıttığı kan sürekli artmaya devam etti. Devlet iktidarı yok olmanın eşiğindeydi. Parti liderlerinin hiçbir şeye aldırmadan görünüşte amaçsız bir kan davası yürüttüğü, parlamentodaki kaos sokaktaki kaosu yansıtıyordu. 12 Eylül 1980’de ordu yönetimi devraldığında, politikacılar dışında herkes için bu durum kaçınılmaz görünüyordu ve genel bir rahatlamayla karşılanmıştır (Hale, 1996, s.201).
Bu dönemde bir siyasetten soğumanın bir depolitizasyonun yaşandığı görülmektedir. Evren’in bir konuşmasında Harp Okulu öğrencilerine şöyle seslendiği görülmektedir (Hale, 1996, s, 212):
“Bu devirde kattiyen siyasete bulaşmayın. Biz bugün siyasete karıştıksa, ülkemizi bir felaketten kurtarmanın görevimiz olduğunu düşündüğümüz içindir. Ordu, siyasete girdiği her seferinde, disiplinini kaybetmeye başlamıştır.... bu nedenle,, tekrar şu andaki müdahalemizi kendinize örnek almanızı sizden tekrar istiyorum, sakın siyasete bulaşmayın...”.
1982 Anayasası, Devleti bireye karşı kutsal sayan ve korumaya alan bir yapıya sahiptir. Bu Anayasada örgütlenme özgürlüğü, birçok kısıtlamaya karşın Anayasanın kişi hakları ve özgürlükleri bölümünde yer almıştır (Serim, 1994, s. 85). Sivil toplum örgütlerinin üzerinde 1982 Anayasasından kaynaklanan ve ayrıntıları yasalarda yer alan bir denetim ve sınırlama vardır. Bu denetim ve sınırlamalar, Devletin birey karşısında korunması gerektiği düşüncesinde temelini bulmaktadır (Serim, 1994, s.92). Yine 1982 Anayasasında derneklerin siyasal amaç gütmeleri, siyasal etkinlikte bulunmaları, siyasal partilerden destek görmeleri ve onlara destek olmaları, sendikalarla, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarıyla ve vakıflarla siyasal amaçla ortak hareket etmeleri yasaklanmıştır (1982 Anayasası, m.33).
Kitle örgütlerine siyaset yasağı getirilmemesi, siyasal partilerle örgütler arasına demir perde çekilmemesi demokrasinin gereğidir. Perikles, 2500 yıl önce, “Devlet işlerine karışmayanlara, kendi işi gücü ile uğraşan sessiz bir yurttaş değil, hiçbir işe yaramayan biri gözüyle bakıyoruz” derken, bireylerin toplumsal konu ve olaylarla ilgilenmelerinin önemini vurgulamıştır (Serim, 1994, s.109).
2- Seçim Sisteminin Siyasi Tıkanıklıktaki Etkisi ve Siyasal Yabancılaşmadaki Rolü
Türkiye’de seçim sisteminden kaynaklanan bir siyasi tıkanıklık söz konusudur. Türkiye’de seçim sistemiyle getirilen yüksek ülke barajları sürekli koalisyon hükümetlerine imkan vermekte bu durum siyasi istikrarı etkilemektedir. Koalisyon hükümetleri arasında çıkan problemler Türkiye’de seçim olgusunu sürekli gündeme getirmektedir. Sürekli kurulan koalisyon hükümetleri ve yapılan seçimlerin güçlü hükümetleri siyasal iktidara taşıyamaması, kitleleri siyasetten soğutmaktadır.
Seçim sistemlerinin ülke siyasetine etkisine ilk dikkati çeken Duverger olmuştur. Duverger Türkiye’de de uygulanan tek turlu nisbi temsil sisteminin çok parti sistemini teşvik ettiğini, hiçbir ülkede bu sistemin iki parti sistemini oluşturamadığını ifade etmektedir (Duverger’den aktaran Tosun, 1999, s.45).
Türkiye’de seçim sistemleri, hükümet istikrarı ve hatta siyasi sistemin istikrarı gibi konularda çok önemli bir etken olarak görülmüştür. Türkiye’deki parti sistemini, değişik zamanlarda uygulanan çeşitli seçim sistemleri değil, daha çok toplumdaki sosyal bölünmeler belirlemiştir (Uslu, 1997, s.93).
3- Siyasal Partilerin Siyasal Yabancılaşmada ve Siyasetten Uzaklaşmadaki Etkileri
Siyasal partiler bir program etrafında toplanmış, siyasal iktidarı elde etmek ya da paylaşmak amacını güden, sürekli bir örgüte sahip kuruluşlar olarak tanımlanabilir (Kapani, 1992, s.160).
Siyasal partiler toplumda siyasal katılmayı sağlamada, siyasete olan ilginin sağlanabilmesinde, bireylerin menfaatlerini parlamentoda temsil etmede, toplumsal yabancılaşmaya karşı toplumsal bütünleşmenin sağlanmasında çok önemli role sahiptirler.
Günümüz Türkiye’sinde seçimlerde oy veren kitleler oylarını verecek partiyi seçmekte çok zorlanmaktadırlar. Genel olarak seçimlerde bir parti başarılı olması dolayısıyla değil, diğer partilerin başarısızlığı dolayısıyla oy almaktadırlar. Siyasal partiler konusunda yabancılaşmanın bir belirtisi olarak yaygın bir güvensizlik vardır. Türkiye’de siyasal partiler halk tarafından kendi adlarıyla değil, liderlerinin adlarıyla bilinmektedir. Seçimler partiler arasında değil, liderler arasında bir yarışmadır. Lidere bağlılığa dayanan siyaset pratiği parti programlarını ve ideolojilerini işlevsizleştirmektedir. Demokrasiyi rasyonel seçimler alanı olmaktan çıkararak duygusal seçmeler alanı haline getirmektedir (Tekeli, 1997, s. 695).
1980’lerin ortalarından sonra Türkiye’deki siyasi partiler, dünyadaki değişimlerin doğru bir çözümlemesini yapmadan, adeta 1945-70’lerin dünyasında yaşıyorlarmış gibi, politika yapmışlar, ve yeni düzen içinde yapılabileceklerin sınırlarını ve olanaklarını bilmeden, popülist politikaların sürdürülebileceğini düşünerek, kitleleri oyalamaya çalışmışlardır. Merkez sağ ve merkez sol partilerin iktidara geldiklerinde yaptıkları uygulamalar, Türkiye’nin edilgen bir biçimde, değişen dünya üzerindeki odakların etkisine teslim olması sonucunu vermiş ve bunun yarattığı olumsuz etkilerin sonucu olarak, partilere güvenin giderek azalmasına yol açmıştır. Toplumda yaşanan güven bunalımı insanların yeni arayışlara yönelmesine neden olmuştur (Kardam ve Tüzün, 1998, s.24)
4- Siyasi Parti Sistemindeki Yetersizlikler ve Siyasette Lider Diktası
Türkiye’de siyasi partilerin yapılanmalarına bakıldığında, siyasette lider diktası olduğu, siyasal örgütlerde kararların genellikle başkan veya diğer üst düzey yöneticileri tarafından alındığı görülmektedir. Türkiye’de siyasal örgüt modelinde yetki ve sorumlulukların dağılımı, merkezleşmiş bir görünüm arz eder. Üst düzey yöneticisi, hemen hemen tüm örgüt fonksiyonlarıyla doğrudan ilgilenmekte; bütün yetki ve sorumlulukları kendi üzerinde toplamaktadır. Bu durum, üyelerin katılımını zorlaştırmakta ve sonuç olarak örgüt içi gerilimin, hiziplerin oluşumuna yol açmaktadır (Banger, 2000, s.16).
Türkiye’deki partilerin yapısı ve seçim sistemi de sandıktan sağlıklı sonuçları çıkaramamaktadır. Siyasi partiler, tarikat gibi pederşahi bir yapı içinde, aşiret yönetiminden farksız bir icraatı sergilemektedir. Milletvekilleri atanmış memurlardan daha bağımlı bir durumdadır. Parti disiplini serbestçe fikir ve rey beyan etmeyi imkansızlaştırmaktadır. Genel başkan her şeyi bilen A takımı yerine dar bir yakın çevre kadro ile çalışan kişidir. Başarılı olsa da olmasa da ömür boyu görevini bu sistemde sürdürmektedir. Parlamenter sistem liderler oligarşine dönüşmüştür. Alternatif kişilere partide hayat hakkı tanınmamaktadır. Dolayısıyla liderler ve partiler kendilerini yenileyememektedirler. Bunun için de fikir ve hareket yerine iddialar, iş yerine laf, esasın yerine şekil tercih edilmektedir (Yazıcıoğlu, 1997, s. 258).
Türkiye’de bütün partiler, lider partisi görünümündedir. Bir parti hangi ideolojiye talip olursa olsun, yegane belirleyici liderdir, onun karizmasıdır. Bu karizma tutkusu, hem vatandaşlık bilincinin gelişmediğini, hem de bazı mistik güçlerin peşinden koşma adetinin terk edilmediğinin göstergeleridir. Partilerin lider örgütlenmeleri olmaları, milletvekillerinin kişisel özelliklerinin değerini minimize ederken vatandaşı da oy deposundan öteye geçirmemektedir (Kılıçbay, 1992, s.25-26).
Parti liderlerinin değişmemesi topluma karşı duyarsızlık sorunuyla da bağlantılıdır. Partiler toplumsal değişime ayak uyduramamaktadırlar, yeni bakış açıları, yeni çözümler üretememektedirler. Toplumun gerisinde kalıp topluma duyarsız konuma düşmektedirler. Bu durumda da kitleler siyasetten uzaklaşmakta, siyasi partilerin yaptığı siyaseti sorun çözücü olarak görmemektedirler.
5- Parti İçi Demokrasinin Yokluğu
Siyasete ve siyasetçilere olan güvenin sağlanmasında, parti içi demokrasinin önemi büyüktür. “Batılı anlamda demokrasinin yerleşebilmesi için, siyasi partilerin fonksiyonel hale gelebilmesi, milli iradenin parlamentoya tam yansıyabilmesi ve demokratik örgüt yapısı içinde tartışma ortamının yaratılarak, çoğunluk esasına dayanan, geniş katılımlı siyasal kararların alınabilmesi, adil, eşit ve özgür seçimlerle lider, teşkilat ve adaylar belirlenerek demokratik uygulama yöntemlerinin bulunması; ancak parti içi demokrasinin varlığı ile mümkündür” (Tuncay, 1996, s. 51).
Türkiye’de parti içi demokrasi iyi işletilemediği için, mevcut seçim sisteminde milletvekili adaylarıyla seçildikleri bölgedeki seçmen kitlesi arasındaki ilişki başlangıçtan beri kopuk gelişmektedir. Nisbi seçim sistemi geniş seçim bölgelerinde seçilecek temsilcilerin partilere aldıkları oy oranında dağıtılması temelinde işlemekte, partiler kazandıkları temsilcileri aday listelerinin en üst sırasından başlayarak belirlemektedirler. Parti içi demokrasinin işleyişindeki sorunların en çarpıcı örneği partilerin milletvekili adaylarını belirlemelerinde yaşanmaktadır. Partinin lider kadrosu ya da lideri parti içi muhalefeti en az düzeyde tutacak şekilde aday listelerini oluşturarak kendi yandaşlarını meclise taşırken muhaliflerini de dışarıda bırakmaktadır. Çoğu zaman seçmenler, partilerine verdikleri oylarla kendi bölgeleriyle ilişkisi olmayan adayları meclise göndermektedirler (http:// www.tesev.org.tr./projeler/siyasi parti- metin-tebliğ13).
Parti içi demokrasinin sağlanabilmesi için demokratik siyaset kavramı siyasi partilere işlemelidir. “Demokratik siyaset kavramı, ben merkezli bir anlayışın tasallutu altında merkezileşmeyen, herkesin katılımını esas alan ve sınırlandırılmamış sürecin adıdır. Demokratik siyaset modeli, demokrasinin vazgeçilmez araçları olan siyasi partilerin, her şeyden önce parti içi demokrasiyi işletmeye yönelik bir yapıyı öngörür ve bunda taviz vermez. Çünkü, parti içi demokrasi sayesinde halkın temsilcileri, dar delege sistemi yerine parti üyelerinin hatta seçmenlerin geniş katılımı ile belirlenmeyi ve aynı zamanda halkın tercih koyma yöntemiyle kuvvetli rekabeti öngörür” (Kır, 1996, s.123).
Siyasete katılım öncelikle parti içinden başlar. Kendi siyasi partisinde herhangi bir söz hakkı olmayan milletin temsilcisinin, seçimlerden önce halka vaat ettiklerini gerçekleştirmesi mümkün değildir. Parti içi demokrasinin olması demek siyasal temsilin sağlanabilmesi demektir. Bu durumda halk kendi vekiline güven duyar.
6- Siyasi Partilerde İdeolojinin İşlevini Yitirmesi ve Merkez Sağ ve Merkez Sol Partilerden Uzaklaşma
Türkiye’de 1980 sonrası siyasi partilerin görünümlerine bakıldığında, 1980 öncesi gibi parti ideolojilerinin önemli olmadığını, siyasal partilerin muhalefetteyken kısmen de olsa ideolojilerini savundukları ancak iktidara geldikleri zaman ideolojilerin önemini yitirdikleri gözlemlenmektedir. Bunda ki en önemli nedenlerden biri belki de küreselleşme olgusuyla birlikte ideolojilerin artık önemini yitirdiği gerçeğidir. Fakat hangi nedenle olursa olsun Türkiye’de ideolojileri nedeniyle siyasi partilere oy veren insanlar, oy verdikleri partinin iktidara geldiğinde bu kimliğini yitirdiği zaman o partiye karşı güvensizliği artmakta ve siyasete ilgisiz hale gelmektedirler.
Siyasi partileri iktidara gelmek için verdikleri mücadele açısından Tocqueville iki tür partinin olduğunu ileri sürmektedir. Birincisi, ideolojiyi ön plana çıkaran diğeri de çıkarını ön plana çıkaran. Birincisi, ilkelerden ziyade sonuçları hedef alır. Özel çıkara önem veren siyasal hırsı olan partiler kamusal ürünleri gizlemede, bir bahane bulmada daha gayretlidirler (Lipset, 2000, s.49). Türkiye’de de siyasi partiler ideolojiden ziyade çıkarını ön plana almaktadırlar. Bu nedenle ideoloji siyasi partilerde önemini yitirmiştir.
1980 sonrası Türkiye’nin yaşadığı sosyal değişme ve kentli değerlerin biraz daha öne çıkması, parti asabiyesinde de bir kırılma yaratmıştır. Artık “kafamı kesseler kanım partimin adını yazar” türündeki rijit tutumlar yerini, icraatları görmek, değerlendirmek, çıkarlarını gözetmek ve bu çerçevede daha kolay parti değiştirebilmek tutumlarına bırakmıştır. 1980 sonrasında bilinçlenen seçmen siyasi partiler için artık çantada keklik görülemiyordu. Yine 1980 sonrası soyut yüce ülküler, somut kişisel hedeflerle yer değiştirdi. 1980’lerdeki kapitalistleşme, globalleşme, dünya ile entegrasyon süreci içinde, alt yapıda kapitalist ilişkilerin oturmasından çak daha hızlı şekilde toplumsal ahlak kapitalistleşti. Bunun sebebi de kapitalizmin ahlaki söyleminin onun nesnel şartlarından daha baskın ve yaygın bir nitelik kazanmasıydı (Bostancı, 1995, s. 86).
Siyasetten Uzaklaşmanın Ve Siyasal Yabancılaşmanın Ortaya Çıkarabileceği Sonuçlar
Siyaset bir toplumun yönetimi için çok önemli bir olgudur. Halkın siyasete etkin bir şekilde katılması, alınan kararlarlarda söz sahibi olması demokrasinin tüm kurum ve kurallarıyla işletilebilmesinde çok önemli bir noktadır. Siyaset sadece yönetenlerin yani siyasi partilerin ve siyasetçilerin işi değildir. Siyasete ilgisizleşen, temsilcilerine güvenmeyen halk siyasete yabancılaşmıştır. Siyasete yabancılaşmanın ortaya çıkardığı birtakım olumsuz durumlar vardır ancak bunların siyasal toplumsallaşma, siyasal ve toplumsal bütünleşmenin sağlanması, demokrasinin bütün mekanizmalarıyla işletilmesi ve eğitimle üstesinden gelinmesi mümkündür. Genel olarak siyasetten uzaklaşma ve siyasete yabancılaşmanın ortaya çıkarabileceği sonuçlar birkaç başlık altında ele alınabilir.
1- Meşruluk Krizi Siyasal Otoriteye Halk Onayının Azalması
Bir siyasal rejim halka dayandığı ölçüde meşrudur. “Seçkinlerin ve halkların demokratik sistemin değerine ne ölçüde inandıkları yani demokratik yönetimlerin performans ve etkinlikleriyle meşrulukları arasındaki ilişki önem taşımaktadır. Demokratik kültür sorunu yaşayan rejimlerin istikrarsızlıklarının nedeninin bu olduğu ileri sürülmektedir. Özellikle ekonomik büyüme açısından etkin olmayan rejimlerde, düşük meşruluk taşıma eğilimini sürdürmektedirler” (Huntington, 1993, s. 250).
Pye’ye göre meşruluk bunalımı, toplumdaki bireylerin, hükümetlerin sorumluluklarının sınırları ile toplumu kimlerin yönetme hakkına sahip olduğu konusundaki görüşlerinin çatışmasından oluşmaktadır. Pye’ye göre meşruluk krizinde anahtar unsur dinamik liderliktir ve kurumsal ve bireysel meşruluğun bileşimini içerir. Pye, meşruluğun siyasal yabancılaşma ile ilgili olduğuna işaret etmektedir (Pye’den aktaran Yılmaz, 1995, s.73-74).
Meşruiyet duygusu ile siyasete uzaklık ya da yakınlık arasında bir ilişki vardır. Meşruiyet duygusu yüksek bireylerin oluşturduğu toplumlarda bireyler siyasete daha çok katılırlar. Siyasetten beklentileri düşük olan ve ümitsizliğe kapılan kitleler varolan siyasal rejimin meşruluğunu sorgulamaya başlayacaklardır. Bu da toplumsal bütünlük için tehlikeli bir durum olabilir. Dahl’a göre de “bir ülkede demokratik kurumların meşruluğuna duyulan inanç ne kadar yüksekse o ülkede demokrasinin yaşama şansı o kadar yüksektir”(Dahl, 1993, s. 332).
Siyasal sistemin meşruiyetinin sağlanması çok önemlidir. Siyasete yabancılaşan bireylerin çok olduğu bir toplumda meşruiyetin sürdürülmesi güçleşir. Temellerini toplumun siyasi kültüründe bulan bir siyasi meşruiyet ve bu meşruiyetin belirlediği bir siyasi sistem, siyasi düzenin istikrarlı işlemesi için gereklidir. Bu unsurlar arasındaki uyumsuzluklar toplum ile siyasi sistem arasındaki bağların zayıflamasına ve siyasi sistemin toplumsal desteğini kaybetmesine yol açar (Davutoğlu, 1996, s.5).
Siyaset mekanizmasına olan güvensizliğin sonuçları çok ciddi olabilir. Katılımla ilgili yapılan birçok araştırma sisteme güveni olmayanların demokratik katılım yollarını bir kenara bırakarak şiddet ve terör eylemlerine başvurduklarını ortaya koymuştur. Yönetime itibar etmeyen kitleler, sistemden ümidini keserek şiddet eylemlerine yönelmekte ve tepkisel bir davranış göstermektedir. Bu durumdaki kişiler demokratik yoldan katılımın gereksizliğine ve boş bir çaba olduğuna inanmakta, dolayısıyla çözümü, protesto, şiddet, başkaldırı, alternatif rejim gibi farklı yollarda aramaktadırlar (Çaha vd., 1996, s.211 ).
Türkiye’de yöneten-yönetilen arasındaki uzaklığın giderilmesi gerekmektedir. Siyasi meşruiyet, halk ile siyasi elit ve sistem arasındaki bilgi-değer uyumundan kaynaklanan, görünmez ama etkili bir iletişimden ibarettir. Siyasi meşruiyet bunalımı yaşayan toplumlarda siyasi sistem ve halk arasındaki iletişim eksikliği biçimsel anlamda hukukiliğin sathi bir şekilde siyasi meşruiyet ile özdeşleşmesi sonucunu doğurur ( Davutoğlu, 1997, s.6 ).
2- Temsil Krizi ve Yönetilenlerde Temsil Edilememe Olgusunun Oluşması
Günümüzde teknik ve örgütsel sistemin daha fazla karmaşıklaşmasıyla birlikte temsilciler ile temsil edilenler arasındaki basit ve doğrudan bağlantı da ortadan kalkmıştır. Demokrasi öncesi dönemde bu bağlantı kurumsallaşmış bir inanç sistemi aracılığıyla kurulmuştu. 20. yüzyılda temsilciler ile temsil edilenler arasındaki ilişki bozulmaya başladı. Temsilciler ile temsil edilenler arasındaki hukuki ve örgütsel bağlar zayıfladı; ortak bir değer ve inanç sisteminin de zayıflamasıyla manevi bağlar da yok oldu. Bu yüzden sadece yeni örgütsel yapılar oluşturma arayışında da olunamamaktadır. Aynı zamanda temsilciler ile temsil edilenler arasındaki bağın onarılmasını sağlayacak yeni bir değer sistemine de ihtiyaç duyulmaktadır (Weisskopf, 1996, s. 113).
“1990’lı yıllar Türkiye’de devlet/parti ve partiler arası ilişkilerle sınırlandırılmış siyasal mekanın içine düştüğü bir çıkmaza sahne olmaktadır. Bu anlamda, devlet, siyasal partiler ile toplum arasında, toplumsal taleplerin karar alma süreçlerine eklemlenmesi bağlamında bir temsiliyet krizi yaşanmaktadır. Yaşanmakta olan siyasal, ekonomik ve kültürel sorunlara çözüm üretemeyen devletçi söylemin içine girdiği siyasal çıkmaz ve siyasal partilerin yaşadıkları temsiliyet ve güven krizi, Türkiye’de bugün ciddi bir sistem krizinin yaşanmakta olduğunu göstermektedir” ( Keyman, 1999, s. 45).
3- Siyasal Parti Desteklemede Marjinal Siyasal Partilere Yönelme ve Siyasal Radikalizmin Ortaya Çıkması
Tarihsel olarak geçmişe baktığımızda 1960’tan sonra Türkiye’de artan kentsel nüfus ve kente yabancılaşan bireylerin siyasal alanda marjinal partilere oy verdikleri gözlemlenmektedir. Özellikle büyük kentlerde sosyo-ekonomik statüsü düşük ve gecekondu bölgesinde yaşayan kitlelerin siyasi tercihleri uç partilere yönelik olmuştur. Kentin yabancılaştırdığı gecekondu kitlesinin özellikle işçi kesimi, çözümü TİP(Türkiye İşçi Partisi) içinde ararken, kentin yabancılaştırıcı etkisinden dinsel değerlere sarılarak kurtulmak isteyen kitleler MSP’ye(Milli Selamet Partisi) daha sonra RP(Refah Partisi) ve Fazilet Partisine yönelmişlerdir (Tosun ve Tosun, 1995, s.56).
Türkiye’de kitlelerin siyasal radikalizme yönelmesinde kollamacı siyasetin çok önemli rolü olmaktadır. Teorik olarak, radikal akımların varlığı ile radikal akımlara katılım iki ayrı olgudur. Bireylerin sistemle bağlarının zayıflaması otomatik olarak radikalizmi getirmez. Tersine, radikal grupların varlığı önkoşuldur. Bu gruplar, sistemle bağları zayıflamış, siyasal sisteme yabancılaşmış bireylere daha kolay yaklaşıp, onları kendi saflarına katabilirler (Çelebi vd., 1996, s. 18).
Toplumsal olarak siyasetten soğumada ve bunun sonucu olarak marjinal partilere yönelimde, karizmatik, uzlaşmaz, çözüm üretemeyen liderlerin en büyük faktör olduğu, buna bağlı olarak siyasi parti örgütlerinin oligarşik yapısı ve ahlaki değerlerin yitirilişi ile erdem sahibi olmayan siyasetçilerin sahneye çıkışının büyük rol oynağı ifade edilmektedir (Tuncay, 1998, s,251).
Siyasetin içinde seyirci olan, seçimden seçime oy veren kitlelerle, hemen her seçimde kararsız olan kitlelerin gerek merkez sağ gerekse merkez soldan ümitlerini kesmeleri ile bu partiler içinde görülen aşırı bölünmeler sonucu ve çözüm üretilememesi nedeniyle marjinal partilere yöneldikleri görülmektedir (Tuncay, 1998, s. 251).
4- Siyasetin Anlamsızlaşması, Oy Vermenin Anlamını Yitirmesi
Kitlelerin gözünde siyasetin anlamını yitirmeye başlamasında demokratik rejimlerin temel ilkelerinden olan sorumluluk, hesap sorma ve hesap verme gerçekleşemez hale gelmiştir. Öncelikle, seçmenler seçim sonrasında kurulması olası olan hükümet seçeneklerini de net olarak tanımlayamamaktadır. Güçlükle kurulan koalisyon hükümetlerinde ortaklar icraat yapamamanın sorumluğunu birbirine yüklemeye çalışırken, seçmenin hesap soracağı mercii belirsizleşmektedir. Bütün bunların sonucunda, siyaset kurumu ile seçmen arasındaki ilişki zedelenmekte, siyasal kurumlar seçmen gözünde saygınlığını ve güvenirliğini kaybetmektedirler (http://www.tesev.org.tr/Projeler/siyasi rejim_metin_tebliğ1).
Halkın gözünde anlamsızlaşan siyaset sonucunda bireyler verdikleri oy ile bir şeylerin değişeceğine inanmamakta bu durum onlar için siyaseti daha da anlamsızlaştırmaktadır. Bunun sonucunda bireylerde seçimlere katılma isteği kalmamaktadır. “Mevcut rejim içerisinde hiçbir parti ya da fikir seçenek oluşturmuyorsa; seçmen, “seçmen” olma vasfından vazgeçmekte; ya sandık başına gitmeyerek ya da geçersiz oy kullanarak sistemle uyumsuzluğunu dile getirmektedir. Demokratik rejimlerde seçmenin devamlılık ve istikrar yönündeki tercihi, öncelikle rejimin meşruiyetini sağlayan seçimler karşısındaki tutumuyla ölçülebilir. Seçmen, kendini uyumlu hissettiği, rejim içinde yer alan seçenekleri yeterli gördüğü takdirde, rejimin istikrarlığa düşürücü yönelimlerinden kaçınmaktadır. Aksi durumda ise seçmen, sandık başına gitmemek, geçersiz oy kullanmak, sistem karşıtı radikal unsurlara yönelmek, ya da en azından bunların yükselişi karşısında kayıtsız kalmak gibi yabancılaşma belirtileri gösteren tutum içerisine girmektedirler” (Narlı ve Dirlik, 1996, s. 126).
Türkiye genelinde 1983-1995 arası gerçekleştirilen 4 genel seçimde seçmenlerin sandık başına gitme ve geçerli oy kullanma oranlarında hissedilir bir düşüş gözlenmektedir. Türkiye’de sosyal ve ekonomik yaşam koşullarından hoşnutsuzluk derecesine bağlı olarak seçmenlerin farklı tutum ve davranışlar sergiledikleri gözlenmektedir (Narlı ve Dirlik, 1996, s.126). Seçime katılma oranı 1983-1984 ve 1987 yıllarında ortalama %92.2 iken, bu oranın son seçimlerde (3 KASIM 2002) %79 giderek düştüğü gözlemlenmektedir.
5- Siyasete İlginin Azalması ve Apolitikleşme Sürecinin Hızlanması
Habermas yaşadığımız çağın siyasetten uzaklaşma çağı olduğunu ifade etmektedir. Ona göre; bilim ve teknoloji Batı toplumlarının gelişmesinde önemli rol oynamış ve ekonomik gelişmeye hizmet etmiştir. Bu yapı içinde siyaset, bilimselleşmiş ve teknokratik-pragmatik bir tarza bürünmüştür. Değer ve ideolojilerin tükenmeye başladığı, siyasetin de temelde ekonomiyi kimin yöneteceği sorusuna, yani, teknik karar verme sorununa indirgendiği ve siyasetin teknik- pragmatik nitelikte olduğu, böyle bir yapıda kitlelerin sisteme gerçek bir bağlılık duymadığı, sistemin daraltılmış amaçlarında, yani ekonomik gelişmede başarısız olunduğunda ise kitlelerin sisteme yabancılaştığı ve meşruluk bunalımı ile yüzyüze gelindiğini belirtmektedir (Habermas’dan aktaran Yılmaz, 1995, s. 75).
Halkın siyasal alana yönelmesinin en önemli göstergesi siyasal ilgidir. Siyasetin, yurttaş için anlamı oldukça önemlidir. Cinsiyet gruplarının siyasete ilgisinin artması, siyasal konuların daha sıklıkla konuşulur hale gelmesi, katılım için bir ön hazırlık ya da özendirme görevi yapmaktadır (Çukurçayır, 2000, s. 67).
“Eğer birey, katılımla, hiçbir etkide bulunamayacağına ve üstelik, katılım sonucu çeşitli sorunlarla karşılaşacağına inanırsa katılım yönünde bir ilgi ve eylem beklemek olanaksızdır”(Çukurçayır, 2000, s. 68).
1980 sonrası Türk siyasetinde görülen yozlaşma olgusunun da etkisiyle siyasete ilgisizleşen kitlelerin sayısı gün geçtikçe artmaktadır. Özellikle gençlerin siyasetten gittikçe soğudukları görülmektedir.
Türkiye’de özellikle 1990’dan sonra Siyaset sınıfı ve halk arasında özellikle gençlik arasında bir yabancılaşma yaşanmaktadır. Siyasetçiler ile halk birbirinin dilinden anlamaz hale gelmişlerdir. “Toplumsal eksenini yitiren siyaset, kendine özgü sahte bir dünya kurmaktadır. Toplum özerkleşirken, siyasetin kendisi yapay bir dünyaya hap solmaktadır. Kendini yeniden üretme yeteneğini kaybetmektedir. Bu noktada toplum değil, siyaset sınıfının kendisi depolitize olmaktadır (Türköne, 1996, s.20). Siyasetin çirkinleştiğini, uğraşılacak bir alan olmadığını, siyasilerin bunu kendi çıkarları için yaptığını kabul eden halk, böyle ayak oyunlarına karşı koyabilecek gücü ve imkanı psikolojik olarak kendisinde görmemekte ve bu nedenle siyasete yabancılaşmaktadır (Tuncay, 1998, s. 251).
6-Siyasal Katılımın Azalması, Demokrasinin Olumsuz Etkilenmesi
Siyasete ilgisizleşen bireyler, daha az katılma davranışı sergilemektedirler. Türkiye’de bireylerin siyasete katılımı ise her beş yılda bir yapılan seçimlerden ibaret olmaktadır. Demokrasi ancak katılımla mümkündür. Türk halkının siyasal süreçte etkin katılma içersine giremeyip, siyasetten uzak durmasında katılma kültürü çok önemli bir faktördür. Çünkü, Türk halkı gerek Osmanlı döneminde gerekse Cumhuriyet döneminde, her şeyi devletten bekleyen, bütün sorunları devletin çözeceğine inanan ve kamu kurumlarından ürken bir vatandaş kimliği ön plana çıkarmıştır.
Günümüzde siyasete yabancılaşmanın sonunda demokrasinin yozlaşması olgusuyla karşılaşılmış olmaktadır. Günümüz modern toplumunda siyasetten uzaklık, demokrasi açısından sorunlar oluşturmaktadır.“Günümüzün çağdaş demokrasilerinde halkın egemenliğinden değil, çoğunluk egemenliğinden söz edilmektedir. Çağdaş demokrasiler aynı zamanda çıkar ve baskı gruplarının egemenliğine dönüşmüştür. Çıkar ve baskı grupları kendi çıkarlarına en uygun bir parti için seçim kampanyalarına parasal destek sağlayarak veya seçim sonrasında lobicilik yaparak demokrasiyi yozlaştırabilmektedirler”(Aktan, 1998, s.67)
Batı ülkelerine kıyasla siyasal kültürü gelişmemiş Türkiye gibi toplumlarda kendi sorunlarını çözemeyen ve çözümüne katkıda bulunamayan bireyler genellikle sistem dışına çıkmakta rejime karşı şiddet faaliyetlerinde bulunmaktadırlar. Demokrasiye inanmayan, ilkeleri doğrultusunda davranışlar ortaya koyamayan siyasetçilerin ve bunu denetlemeyen bireylerin siyasal rejimi ayakta tutabilme ve sistemde bir rol oynama imkanları da oldukça sınırlıdır (Tuncay, 1998, s. 71).
Geleceğin toplumunda vatandaş, kendi yaşamıyla ilgili daha fazla sorumluluk almak, yönetsel ve siyasal yaşama daha fazla katılmak durumundadır. Demokrasinin, genel toplumsal düzlemde bir karar oluşturma ve karşılıklı çıkar çatışmalarını uzlaştırma yöntemi olarak ele alınması durumunda, siyasal sosyalizasyonu sağlama aracı olarak bireysel yabancılaşmayı önlediği bir gerçektir (Çukurçayır, 2000, s.26-49).
SONUÇ
Bilginin belirleyici tema olduğu günümüz modern toplumunda siyasetin bir anlamı da değişimdir. Türkiye’de de bireylerin nazarında gittikçe anlamsızlaşan ve kitlelerden uzaklaşan siyasetin bir değişim süreci içerisine girmesi mutlaka gerekmektedir. Özellikle siyasal kurumlara olan güvenin sağlanması için, bireylerin siyasal kültür değerlerinin yükseltilmesi, siyasi partilerin ve siyasetçilerin bir değişim süreci içerisine girerek, bulundukları olumsuz konumlarından uzaklaşmaları gerekmektedir. Bu sağlanmadığı sürece, değişim ve gelişmeyi sağlamak mümkün değildir.
Türkiye’de halkın siyasal kurumlara ve siyasetçilere olan olumsuz tutumlarının giderilmesi ve siyasete yabancılaşmalarının önlenebilmesi için, halkın en önemli katılım mekanizması olan siyasi partilerin yeniden yapılanmaları gerekmektedir. Öncelikle siyasette lider diktasının önüne geçilerek, parti içi demokrasinin sağlanması, bireylerin katılımının parti tabanından başlayarak üst düzeye kadar çıkabilmesine olanak sağlamak gerekir. Ayrıca, sosyal, kültürel ve siyasal katılma ve gelişmeyi özendirecek çalışmalarda bulunmak, bunun için kampanya ve faaliyetler düzenlemek ve toplumsal düzeyde pek çok olumsuzluğa uzun süredir kaynaklık eden depolitizasyon sürecinin etkilerinin aşılmasına öncülük edici çalışmalar yapmak gerekmektedir.
Son zamanlarda Batı toplumlarında bireylerde, siyasete bir yabancılaşma duygusunun oluştuğu belirtilmektedir. Kitlelerin siyasetten uzaklaşması şeklinde ifade edilen siyasal yabancılaşmanın nasıl ortaya çıktığı kesin çizgileriyle ortaya çıkarılabilmiş bir olgu değildir. Seeman’ın belirlemiş olduğu siyasal yabancılaşma ölçütleri siyasal güçsüzlük, siyasal güvensizlik, siyasal anlamsızlık, tecrit, kendine yabancılaşma ve sinisizm olarak ifade edebileceğimiz kuşkuculuk gibi ölçütler bu çalışmada siyasal yabancılaşmanın Türkiye’de de oluştuğunu göstermektedir. Özellikle 1980 sonrası dönem Türkiye’de siyasette bir depolitizasyonun, siyasetten uzaklaşmanın yaşandığı bir dönemdir. Özellikle ekonomideki liberalizasyon politikaları ile birlikte tamamen ekonomiye indirgenen siyaset sonucunda ortaya çıkan yolsuzluklar da artık kitlelerin gözünde olağan hale gelmeye başlamış ve sonuçta yozlaşan siyaset kurumuna kitlelerin güveni tamamen sarsılmıştır. Günümüzde yapılan kamuoyu araştırmalarında en az güvenilen kurumların siyasal kurumlar olduğu tespit edilmiştir.
Halkın siyasetle olan ilişkisi Türkiye’de seçimden seçime sandık başına gitmek olarak ifade edilebilir. Bu politik anlayış artık çok gerilerde kalmıştır. Siyasetin sağlıklı bir demokratik yapıya kavuşturulabilmesi için toplumun geniş kitlelerinin karar alma sürecine katılımını sağlamak ve parti tabanlarını siyasetle barıştırmak gerekmektedir.
Türkiye’de siyasetçilere, siyasal kurumlara güvensizliğin temelinde, Türk toplumu olarak bireylerde var olan başkalarına karşı güvensizliğin varoluşu çok önemli bir etken olarak görülmektedir. Çünkü, Türkiye’de bireylerin büyük bir çoğunluğu karşılarındaki insanları güvensiz bulmaktadırlar. Bireyler arası güvensizlik Türk toplumun temel özelliği haline gelmiştir. Bu durum en önemli yabancılaşma belirtisidir. Dolayısıyla birbirine güvenmeyen insanların çoğunlukta olduğu bir toplumda siyasetçilere güven duyulmaması da olağan olmaktadır. Bu olumsuz durum, bireyler ve gruplar arası iletişimi zorlaştırmakta, bir güven ikliminde yani herhangi bir kuruluşta ya da siyasi partide kolektif olarak yapılması gereken işlerin önüne bir sosyal engel olarak çıkmakta ve sorunların çözümünde toplumu uzlaştırmaya götürmek yerine çatışma ve ayrışmaya doğru savurmaktadır.
Türkiye’de bireylerin siyasetle fonksiyonel olarak ilgilenmesi ve yönetenlerin ne yaptıklarından yeterince haberdar olamaması, yönetim sistemimizin kapalılık özelliği ile ilgidir. Bu nedenle demokrasinin en önemli ilkesi olan açık yönetim anlayışının yasal düzenlemeler gerçekleştirildikten sonra uygulanması gerekir. Açık yönetim anlayışı siyasetçilerle vatandaş veya yönetilenlerle-yönetenler arasında varolan uzaklığı giderecektir. Bu sağlanamadığı takdirde halk sürekli arayış içerisinde olacak, marjinal partilere yönelmesi veya siyasal sistemden kendisini çekmesi gibi siyasal yabancılaşma davranışları söz konusu olacaktır.
Toplumsal bütünleşmemizin sağlanabilmesi için toplumda bireylerin birbirine güven duymaları gerekir. Halkın milletvekiline, politikacının vatandaşına güvenmesi gerekir. Bu güvenin oluşması da sağlam karakterli, dürüst insanların eğitimle yetiştirilmesi ile olanaklıdır. Güçlü demokrasilerin demokrasi konusunda ortak bir akla sahip, büyük vatandaşlara ihtiyacı vardır. Vatandaş olarak her bir bireyin demokratik bilince ve siyasal sorumluluğa sahip çıkması gerekmektedir.
KAYNAKÇA
AKBAL, İsmail; Siyasal Katılımın Bir Boyutu Olarak Siyasal Etkenlik Duygusu, Yayımlanmamış Y.Lisans Tezi, Selçuk Ün. Sos.Bil.Enst., Konya, 1998.
AKTAN, Coşkun Can; Demokrasi Despotizm Değil midir?, Türkiye Günlüğü Dergisi, Sayı:52, Eylül-Ekim 1998.
ALKAN, Türker- ERGİL, Doğu; Siyaset Psikolojisi, Turhan yayınevi, Ankara, 1980.
BANGER, Gürcan; Siyasal Kalite Siyasal Kalite Yönetimi, Bilim Teknik Yayınları, Ankara, 2000.
BİRAND, M.Ali- BİLA, Hikmet- AKAR, Rıdvan; 12 Eylül Türkiye’nin Miladı, Doğan Yayınları, 2.baskı, İstanbul, 1999.
BOSTANCI, Naci, “Toplum, Kültür ve siyaset”, Vadi Yay., Ankara, 1995.
ÇAHA, Ömer- TOPRAK, Metin- Dalmış, İbrahim; Siyasal Parti Üyelerinde Siyasal Katılım Düzeyi: Kırıkkale Örneği, Yeni Türkiye Dergisi, Yıl:2, Sayı:9, 1996.
ÇELEBİ, Işın- TOROS, Aykut- ARAS, Necati; Siyasette Kilitlenme ve Çözüm Milliyet yayınları, İstanbul, 1996.
ÇUKURÇAYIR, M. Akif; Siyasal Katılma ve Yerel Demokrasi, Yargı Yayınevi, Ankara, 2000.
DAHL, Robert; Demokrasi ve Eleştirileri (Çev.Levent Köker), Türk Siyasi İlimleri Derneği-Türk Demokrasi Vakfı Yayınları, Ankara, 1993.
DAVUTOĞLU, Ahmet; Türk Siyaseti Nereye?, Yeni Türkiye Dergisi, Yıl:3, Sayı: 13, Ocak-Şubat 1997.
DEMİR, Ömer- ACAR, Mustafa; Sosyal Bilimler Sözlüğü, Vadi Yay., 2.Baskı, Ankara, 1997.
DURSUN, Davud; “Küreselleşme/Yerelleşme Paradoksu ve Siyasal Değerlerin Yeniden İnşası”, Sakarya Ün.İkt. ve İdari Bil.Fak. Yay., Adapazarı, 1998.
DUVERGER, Maurice; Halksız Demokrasi, (Çev.İsmail Özüt), Dördüncü Yayınevi, İstanbul, 1969.
DUVERGER, Maurice; Siyaset Sosyolojisi, (Çev. Şirin Tekeli), 4. Basım, İstanbul, 1995.
ERGİL, Doğu; Yabancılaşma ve Siyasal Katılma, Olgaç Yayınevi, Ankara, 1980.
EROĞUL,Cem; Devlet Yönetimine Katılma Hakkı, İmge Yayınları, Ankara, 1991.
HALE, William; Türkiye’de Ordu ve Siyaset 1789’dan Günümüze, Hill Yayınları, (Çev.Ahmet Fethi), İstanbul, 1996.
HUNTİNGTON,Samuel;Üçüncü Dalga Yirminci Yüzyıl Sonlarında Demokratlaşma,(Çev.Ergun Özbudun), Türk Demokrasi Vakfı Yayını, Ankara, 1993.
KAPANİ, Münci; Politika Bilimine Giriş, Bilgi Yayınları, 6.Basım, Ankara, 1992.
KARDAM, Ahmet- TÜZÜN, Sezgin; Türkiye’de Siyasi Kutuplaşmalar ve Seçmenin Oy Davranışları, Veri Arş. Yayınları, Ankara, 1998.
KEYMAN,E.Fuat;Türkiye ve Radikal Demokrasi” Araş.Dizisi, Bağlam Yayınları, İstanbul, 1999.
KILIÇBAY, M.Ali; Orada Bir siyaset Var Uzakta, Türkiye Günlüğü Dergisi, Sayı:21, Kış 1992.
KILIÇBAY, M.Ali; Uyruktan Vatandaşa Geçimden İktisada, İmge Yayınları, Ankara, 1996.
KIR, Yavuz; 3D, Demokratik Siyaset-Demokratik Devlet-Demokratik Toplum, Yeni Türkiye Dergisi, Yıl:2, sayı:9, Mayıs-Haziran 1996.
KOÇDEMİR, Kadir; Milli Devlete ve Siyasete Veda mı? Türkiye Günlüğü Dergisi, Sayı:59, Ocak-Şubat 2000.
LİPSET, Seymour Martin; The Indispensabilitiy of Political Parties of Democrasi” Volume:11, Number I, January, 2000.
NARLI, Nilüfer- DİRLİK, Sinan; Türkiye’nin Siyasal Haritası, Yeni Türkiye Dergisi, Yıl:2, Sayı:9, Mayıs-Haziran 1996.
ÖZKUL, Murat; Siyasal Yabancılaşma Sürecinde Sivil Toplum ve Demokrasi, Yayımlanmamış Y.Lisans Tezi, Selçuk Ün. Sos.Bil.Enst. Konya, 1998.
SEEMAN, Melvin; On The Meaning Of Alienation, İn American Sociologial Review, C: 24, 1959.
SERİM, Bülent; Örgütlenme Özgürlüğü Depolitizasyon ve Engeller, Amme İdaresi Dergisi, Cilt:27, Sayı:1, Mart-1994.
TEKELİ, İlhan; Siyasal Sistemi İçten Yargılamak Ya da Yozlaşma, Yeni Türkiye Dergisi, Yıl:3, Sayı:13, Ocak-Şubat 1997.
TOLAN, Barlas; Toplum Bilimlerine Giriş, 4. Baskı, Murat Adım Yayıncılık, Ankara, 1996.
TOSUN, Gülgün-Tanju; Türkiye’de Kentleşme- Siyasal Yapılanma İlişkisi, Amme İdaresi Dergisi, Cilt:28, Sayı:4, 1995.
TOSUN, Tanju; Türk Parti Sisteminde Merkez Sağda ve Merkez Solda Parçalanma, Boyut Kitapları, İstanbul, 1999.
TOURAN, Alain; Demokrasi Nedir?, (Çev. Olcay Vural), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1997.
TUNCAY, Suavi; Parti İçi Demokrasi ve Türkiye, Gündoğan Yayınları, Ankara, 1998.
TÜRKÖNE, Mümtazer; Modernleşme, Laiklik ve Demokrasi, Ark Yayınları, Ankara, 1996.
USLU, A.Asım; Türkiye’de Uygulanan Seçim sistemleri ve Siyasi bunalım Üzerine Etkileri, Yayımlanmamış Y.Lisans Tezi, Süleyman Demirel Ün., Sos. Bil. Enst., Isparta, 1997.
WEİSSKOPF, Walter; Yabancılaşma ve İktisat, (Çev.Oya Köymen), İstanbul, 1996.
[YAZICIOĞLU, Muhsin]; Çözüm Meşruiyetten Geçer, Yeni Türkiye Dergisi, Yıl:3, Sayı:13, Ocak-Şubat 1997.
YILMAZ, Aytekin; Modernden Postmoderne Siyasal Arayışlar, Vadi Yayınları, Ankara, 1995.
Konu başlıkları |