Kültür
Vikipedi, özgür ansiklopedi
Kültür, Türkçede pekçok kullanım şekli olan bir kelime ve karışık bir kavramdır. Türk Dil Kurumu'na göre kelime anlamı; Tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünüdür.
Sosyolojik olarak, bir topluma veya halk topluluğuna özgü düşünce ve sanat eserlerinin bütünü de o toplumun kültürüdür.
İnsanlar için de, muhakeme, zevk ve eleştirme yeteneklerinin öğrenim ve yaşantılar yoluyla geliştirilmiş olan biçimi o kişinin kültürüdür. Geniş bir anlamla, bireyin kazandığı bilgiyi ifade etmek için de kullanılır.
Kültür kelimesi Latince culturadan gelir. Cultura, inşa etmek, işlemek, süslemek, bakmak anlamlarına gelen colere'den türetilmiştir. Örnegin Romalılar 'mera işlenmesine' agri cultura demişlerdir (İngilizcedeki tarım anlamina gelen kelime:agriculture)
İsa'dan once 45 yılında baska bir anlam daha oluştu. Ciceronun 'Tusculanae Disputationes' kitabında filizofiyle ilgili bir diyalog vardır. Bir ögrenci filozofinin gerekliligi hakkında tereddutleri vardır, cünkü 'filozoflar sefil, uçarı bir hayat sürerler'. Cicero cevaplar:'her 'işledigin meranın' ürün vermedigi gibi her 'işledigin ruh' da ürün vermez. Ama 'ruhun işlenmesi' filozofidir.((cultura animi)
Rönesanstan itibaren Cicero'nun cultura animi'si özellikle 'ruhun şekillenmesi'anlamında kullanılır oldu. Bu böyle 18nci yuzyıla kadar surdu. Bu yuzyılda gitgide bir eylem olarak kullanımdan çıktı ve daha çok 'oluşum' manasında bir isme donüştü.
Bir toplumda geçerli olan ve gelenek halinde devam eden her türlü duygu, düşünce, dil, sanat, yaşayış unsurlarının tümüne denir Kültür özümlenmesi, belli bir kültüre bağlı fertlerin topluluğun, coğrafi bir değişiklik(göç) ve ya farklı kültürü olan fertlerle karşılaşması sonunda, ayrı kültürlerle ilişi kurması ve bu kültürün tüm olarak ve ya kısmen benimsenmesidir. Kabileler arası kültür özümlenmesi sonucu, kültürlerden her birinin temel özellikleri arasında bir benzeşme ortaya çıkar.
Kültür teriminin günümüzdeki anlamı ile ilk kez 17. yüzyıl da Samuel Pufendorf kullanmıştır. Ona göre kültür doğaya karşıt olan ve belli bir toplumsal bağlam içinde ortaya çıkan tüm insan esaslarıdır. XVIII. yüzyılın sonunda Kant’ ta da bu görüşle karşılaşılmıştır; Kant, kültürü, insanın kendi mantıklı doğasından ötürü özgürce gerçekleştirebileceği ereklerin/amaçların tümü olarak tanımlamıştır.
Daha çok Anglosakson(5. ve 6. yy da büyük Britanya'yı ele geçiren Cermen ırkından oymaklara verilen ad) nitelikli olan çağdaş kültür görüşü, aydınlanma çağında oluşmuştur. Çağdaş kültür kavramının gerçek yaratıcısı olan Herder, kültürü bir ulusun, bir halkın ya da bir topluluğun yaşam biçimi olarak tasarlamakla bu kavrama tarihsel boyutunu kazandırmıştır. Kültürün görüngübilimsel bir tanımını vermek daha kolaydır, kültür insan türüne özgü, dolayısı ile evrensel, toplumsal ve tarihsel bir görüngüdür.
Türkiye İktisâdî ve Siyâsî Araştırmalar Merkezi
KENDİ TÜRKLÜK MUHAYYİLEMİZ YAHUT KÜLTÜR
Aykutalp TEVFİK
“Ah! Büyük cedlerimiz! Onlar da Galata, Beyoğlu gibi Frenk semtlerinde yerleşirlerdi, fakat yerleştikleri mahallede Müslümanlığın şuuru belirir, beş vakitte ezan işitilir asmalı minare, gölgeli mescit peyda olur; sokak köşesinde bir türbenin kandili uyanır, hasılı o toprağın o köşesi imana gelirdi; Beyoğlu’nu ve Galata’yı saran yeni yapıların yığını arasında o mescitlerden, o türbelerden bir ikisi kaldı da gördük ki cedlerimiz o kefere Frenk mahallelerinin toprağına böyle nüfuz ederlerdi.” İşte! Kültürün unsurlarına çok güzel bir örnek! İlk duyduğumuz andan beri öğrendiğimiz kültür tarifleri tepe taklak. Daha doğrusu bu tariflerin altını dolduran pratik çöktü! Gerçekten de kültür sadece; din, dil, ırk, kader (tarih), ülke ve duygu birliği miydi? Yoksa Yahya Kemal’in yukarıda belirttiği şekilde her sathına inancın ve yaşayışın nakşedildiği bir vatana sahip olup da o vatanı sahiplenebilmek, benimseyebilmek miydi? Yoksa necip Türk milletinin torunları; vatanlarına yabancılaştırılırken medenileşme, mimaride çağı yakalama, anlayışta modern olabilme avuntularıyla uyutuldu mu? “Vatan; doğduğun yer değil, doyduğun yerdir” der büyükler. Buna üçüncü bir tercih eklesek ve desek ki: “Vatan; Türk için, kendisini Müslüman Türk olarak hissettiği yerdir, doğduğu ya da doyduğu değil.” Müslüman Türk’ün titreyip kendine dönebilmesi; böyle bir vatanda tevellüt etmesine, doy-masına bağlı olduğundan değil mi ki bugün 1000 yıllık yurdumuz olan Anadolu’da doyamadığımız için kendimizde değiliz. Ne cismani ne de ruhani varlığımız doyuyor burada. Daha doğrusu, çevremiz Müslüman Türk ruhuna yabancı binalar, telaffuzlar, mesire yerleri vs. ile dolduruluyor ve gönüllerimiz aç bırakılarak, kuvvet zoruyla atılamadığımız Anadolu’dan böylece sürülmek isteniyoruz. Ah! Nerede o, sokaklarında gezerken ceddimizin destani vakıalarını aklımıza getiren şehirlerimiz, nerede günün beş vaktinde duyup yeniden doğmuş gibi olduğumuz ezan seslerinin kapladığı mahallelerimiz? Bundan asırlar öncesini bizlere anımsatamayan bu şehirler, mahalleler vs. şu an ebeveynlerimizi dahi yadımıza düşürmeye yetecek hissi zenginliğe malik değil maalesef. Bu nesil birçok şeye yabancı büyüdü, korkuyla söylemek gerekir ki gelecek nesillere bu duygu ve düşünceleri anlatabilmek ve onların bu tahassüsleri yaşamalarını sağlayabilmek daha da imkansız hale geliyor. Bir Arap atasözünde, “Şerefi’l-mekan bi’l-mekin” denmiş. Bir mekanın şerefi orada bulunanlardandır. Biraz tartınca insanlardan dolayı şereflenen mekanlar ve mekanlardan şereflenen insanlar varid-i hatır oluyor. Neden mi? Düşünün ki, bir sultan hilafeti devraldığında Hicaz sahiplerine verilen ‘hakimü’l-hare-meyn-i şerifeyn’ unvanını ‘hadimü’l-haremeyn-i şerifeyn’ şeklinde tebdil eylesin, o sultanın ahfadı da mukaddesata hizmeti bin bir lanetle yaftalasın. İşte o sultan, Yavuz Sultan Selim Han ve onun ahfadının hal-i pür-melali de gözler önünde. Bulunduğu mekanı şereflendiren sultan ve bugün Anadolu gibi ciddi kıymeti haiz olan bir mekanda yaşayarak şereflenen bir ulus. Her geçen gün, bizi yansıtan şehirlerimiz daha da değişiyor. Şehirler değiştikçe biz de değişiyoruz. Bir mekan ne kadar ferah ve geniş olursa insanın zihni ve gönlü de o derece ferah olur. Mimari neyi gösterirse insan dünyayı da öyle görür. Mabetlerimiz haricindeki her yapı mütevazı olduğundan değil midir ki ceddimiz tevazu sahibi idi. Devlet dairelerimiz Türk’ün ihtişamını taşıdığı için değil midir ki rical-i devletimiz yabancılar karşısında dik dururdu. Medreselerimiz mimarinin dahiyane örnekleri olduğundan değil miydi ki talebelerimiz de müderrislerimiz de mütebahhirdi. Pencerelerimiz ve evlerimizin kapıları güneş gördüğü için gönlümüz her zaman aydınlıktı. Kabristanlarımız mahallelerimizde iken günlük haya-tın birer parçası idi de onun için Allah her an aklımızda olurdu. İn-sanların ahbabıyla oturup musahabe ettiği yerler herkese açıktı ki kimse birbirine karşı içten pazarlıklı olma-sın ve hiçbir yerde ahlaka mugayir işler yapılmasın. Malazgirt Ovası’nda tarih dersi işliyorsunuz ve konu da Malazgirt Savaşı. Bizans’a hücum eden mücahitlerin “Allah Allah” nidalarını hissediyorsunuz, çünkü işitmek hiç kalıyor. Ağrı’yı, Süphan’ı, ya da Erciyes’i seyrederek coğrafya bilgisine vakıf oluyorsunuz. Cehennemi ateşle öğreniyoruz ama, Cenneti ya Kabe’de ya da Ravza-i Mutahhara’da. Mimarsınız ve projenizi Selimiye’de veya Sultan Ahmed’de çiziyorsunuz. Allah aşkına söyler misiniz, bugün etrafımızı saran sefer tası binalar hangi kültürün mekan tasavvurlarıdır. Olsa olsa kulu kula kul yapma zihniyetinin maşalarıdır. Vatanının ormanlarından dal kesenlere lanet okuyor o büyük komutan Fatih Sultan Mehmet. Ağaçların arasında, kuş cıvıltısı ve su sesi içinde dinlendiğinizi düşünün. Tüm bunları düşünün de bir milletin kendi kültürünü bir medeniyet haline ne gibi vasıtalarla getirdiğini anlayın. Bilin sadece mekanların insanlardan şereflenmekle kalmadığını ve insanı şereflendiren mekanların olduğunu. Ve bilelim ki bizim için böyle mekanlar sadece Anadolu’da değil. Bağdat, Bakü, İstanbul, Ötüken, Kaşgar, Hemedan, Edirne, Bursa, Konya, Sivas ve daha birçok şehir ruhlarımızı besleyen birer kaynak, medeniyetimizi yaşatan birer numune. Maalesef bu kaynakların menfi değişimlerine göz yumuyoruz. İstanbul’un her geçen gün ecnebileşmesine, Bağdat’ın ve Basra‘nın bomba yağmuruna tutulmasına, Musul ve Kerkük’ün yağmalanmasına, Grozni’nin ve Bakü’nün Ruslaştırılmasına vs.... Sonucunu düşünmeden Avrupai bir yaşam tarzının evlerimizi işgal etmesine ses çıkarmıyoruz. Cadde ve sokaklarımızın neşeli çocuk sesleri yerine hoyrat makine sesleriyle yankılanması bizleri hiç mi hiç ilgilendirmiyor nedense. Çorbacı, kebapçı, tatlıcı gibi çarşı anasırının yerini fastfood’ların almasıyla bozulan dilimiz de aklımıza gelmiyor hiç. Çalışma masalarımızda bilgisayarların yerini gasp eden ‘kompütür’ler hiçbir şekilde cezaya tabi tutulmuyorlar. Kültür adını verdiğimiz maddi ve manevi varlıklarımız birer birer kayboluyor. Düğünlerimizde Bar tutmak, Halay çekmek, Zeybek oynayıp yere diz vurmayı da kaldırdık, artık dans ediyoruz. Bütün bunlarla birlikte milli olarak varlığımızın direklerini oluş-turan; dilimiz, dinimiz, kader (tarih) birliğimiz, ananelerimiz ve vatanımız yavaş yavaş temellerinden sarsılıyor. “Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır” diyordu şairimiz. Bugün meşakkatlerimizden fırsat bulup da tatil yaptığımız zamanlarda hemen terk ediyoruz yaşadığımız mekanları. Neden acaba? Hey güzel Anadolu! Türk’e Kızıl Elma olan Ana-dolu. Haçlı sürülerine mezar olan topraklar. Din-i mübine hizmet eden bir millete vatan olan coğrafya. Dile gelsen ne söylersin acep? Yunus ile coşar, Mevlana ile sema mı edersin?. Genç Osman gibi kılıç mı çalarsın adüv üstüne? Yoksa... Yoksa taş olup üstümüze mi yağarsın, asırlardır seni sulayan atalar kanında mı boğarsın bizi? Bütün bunları biraz düşününce, anlıyorum ki insana hissilik kazandıranlar, işte bu mekan ve coğrafyalardır. Mecnun’un aşkını körükleyen çöl havası, Ferhat’a dağ deldiren susuzluk... Ve bir tarafta da her türlü sunilikle dolu şehirlerde yaşanan saman alevi aşklar. Bir tarafta samimiyetiyle üstünde ezan okuduğu taşı eriten Hallaç Mansur diğer tarafta gözlerinden yaş dahi akıtamayan aşık ve maşuklar. Nerede İstanbul’un o ulvi havasında musikar olan Dede Efendi, nerede berraklığı ve estetiği yaşayıp sanatkar olan hattatlar. Merhametin yumuşattığı yüreğe sahip ol-mayanlar, taşa nasıl söz geçirebilirler. Modern şehirlerin keşmekeşinde bananecileşen insanlardan nasıl merhamet beklenir? İslam çizgileri taşımayan mekanlarda ulvilik ne gezer. Türklük kokmayan vatan, İslam’la mecz olmayan Türklük neye yarar ki? Ezansız gök, camisiz mahalle, türbesiz şehir, Kur’ansız ev şehitsiz vatan olur mu? Olmaz diyenlere selam olsun. İşte benim acizane, Türklük muhayyilem veya kültür tarifim... Baki selam ve muhabbetle...